Sönük Araba – Mehmet Ali Çelikel

David Hockney

Sönük araba; istop etmiş, çalışmayan araba demekmiş. Nereden bileyim?

“Abi sen hiç sönük araba kullandın mı?” diye sorunca bön bön baktım.

“Sönük araba kullandın mı hiç?” diye tekrar edince, tahmin ettim anlamını, ama doğrulamak için:

“Motoru çalışmayan araba mı?” dedim, “yok kullanmadım.”

“Direksiyonu gitlenir, dikkat etmen lazım, frenleri de dutmaz,” dedi, kaşlarını çatarak. Bilmeyişime mi kızdı, onu bu işle uğraştırmama mı, anlamadım.

Elin memleketinde eski püskü bir araba almışız zaten. Başımıza dert oldu. Hurdacıya gidecek.

“Çekme halatın da yoktur senin.” Var mı, diye sormaya bile gerek duymadı. Yoktu.

Arabasından uzunca bir kayış çıkardı. Onda da yokmuş işte. Kaşları iyice çatıldı. Arabamın önüne sırtüstü yatıp, ön tamponun altına doğru kendini ayaklarıyla geri geri iterek, başını tam tamponun altına soktu. İngilizce küfretti. Türkler arasında bir kuraldı bu. Yazılı olmayan bir kural. Bir aradayken edilen İngilizce küfürler, birbirimize edilmiş sayılmazdı. Dönerci İbo’nun dükkanında öğrenmiştim. Hatta İbo bizim ağza alınmayacak, galiz küfürleri İngilizceye çevirip söylerdi. İngilizce olunca sorun yok. Türkçe küfür edilince ortamdaki Türklere ya ayıp oluyor ya da birileri üstüne alınıyordu. Barış da ben üstüme alınmayayım diye İngilizce küfretti; halatı, daha doğrusu bende olmayan çekme halatı niyetine arabasından bulduğu kayışı benim arabanın ön tamponunun altındaki bir demire bağlarken.

Aslında banaydı küfürleri, ama az çok oradaki Türkler arasında bir saygınlığım vardı. İşlerime koşardı hepsi de. Ama, işte, bu iş olmamıştı hiç. Benim işime koşmak, bana yapılan bir lütufa dönüşmüştü şimdi. Ne halatım vardı, ne de sönük araba kullanmayı biliyordum. 

“Abi çekme halatı bağlayacak yeri de yokmuş bunun, bu mother-fucking-bastard’ın,” dedi, “tamponun arkasına bağladım, haberin olsun. Yolda tampon düşer de araba arkada kalırsa, gornaya bas… gornan çalışıyor de mi,” deyip kolunu sürücü penceresinden içeri uzatarak, direksiyonun üstündeki korna düğmesine bastı. Çalıştı korna. “İyi, çalışıyormuş, işte tampon düşerse gornaya bas, ben gelip bağlarım bir yer bulup.”  

“Olur, olur, o da olur, zaten bu modellerde olmuyormuş çekme halatı bağlama demiri,” dedim. Suratıma baktı:

“Shit!” dedi, “bullshit!” Arabanın çekme halatı demiri olmayışına değil, benim saçmalamamaydı bu en son söylediği, biliyorum. Ses etmedim.

Arabanın tamponunun aşağısı karanlık bir bölgeydi benim için. “Tamponumdan aşağısı, Kasımpaşa,” diye geçirdim içimden. İnsan Dönerci İbo ve kardeşi Barış’la iki gün geçirmeye görsün, ağzının bozulmama ihtimali yok.  

Kendi arabasını geri vitese takıp, arka tamponunu benimkinin ön tamponuna doğru sürmeye başladı. İki metre kadar yaklaştıktan sonra indi, şeritin boştaki ucunu tutup, yine sırtüstü yere uzandı. Ayaklarıyla kendini geri geri iterek, bu kez kendi arabasının arka tamponunun tam altına başını soktu. Küfürsüz halletti işini.

“Seninkinde çekme halatı demiri var herhalde, kolay oldu,” dedim.

“Yapmış son-of-a-bitch,” dedi. Bunu üzerime alınmadım. Ama, öfkeli ve gergin olduğu için bir şey daha söyleyip kışkırtmak istemedim.

“Geç abi sen direksiyona,” dedi, kendi arabasının sürücü koltuğuna otururken. Yavaşça hareket etti. Şerit gerildi ve benim araba da hareket etmeye başladı. Aylardır ilk kez tekerleri dönüyordu. Gıcırdadı biraz. Bizim otoparktan çıkana kadar iyiydi. Çıkıp caddeye döndüğümüzde, trafiğe karışınca bende panik başladı. Bütün dünya bizi seyrediyor, insanlar evlerinin pencerelerine koşup, uzun bir şeritle iki arabayı birbirine bağlayıp çeken iki Türk’e bakıyor gibi hissediyordum. Ara ara Barış frene basınca, aramızdaki şeridin gerginliği azalıyor, arabam onunkine yaklaşıyor, fren tutmayacak, Barış’ın arabasına çarpacağım diye korkuyordum. Bir elim el frenindeydi sürekli.

Geçmemiz gereken uzun bir cadde vardı beni en çok korkutan. Caddenin sonunda sola dönünce Smithdown Road’a sapacaktık. Sonrası beş-altı yüz yard kadardı. Orası kolaydı. Ağır ağır ilerleyip, trafik ışıklarında durduk. Işıklara doğru yol hafifçe yukarıya doğru meyilli olduğundan, dururken bile şerit iyice gerildi. Kırmızı ışık uzadıkça, arabanın altından, şeridin bağlı olduğu karanlık bölgeden çatırtılar gelmeye başladı. Her an şerit kopacak, araba arkaya doğru kayacak ve arkamda duran arabaya çarpacak diye korkarken, yeşil ışık yandı. Barış arabasını sola doğru kırdı. Benim arabam da gıcırdayarak hareket etti. Neyse ki direksiyon kitlenmemişti. Sola kırdım. Düz yola çıktık. Yokuş değildi Smithdown Road.

Arabayı satacağımız hurdacının tabelası göründü. Trafik yoğun olmasa da, belirli aralıklarla arabaların birbirini takip ettiği bir akış vardı. Böyle düz giderken kayıştan çok ses gelmiyordu. Gıcırtılar azalmıştı. İçim tam rahatlamaya başlamıştı ki, bir çatırtıyla arabamın tamponunun koptuğunu, önümde giden Barış’ın arabasına bağlı şeridin ucunda, asfaltın üzerinde sürüklendiğini gördüm. Barış’ın arabası uzaklaşırken benim arabam yavaşlıyordu. Çalışıp çalışmadığından emin olmadığım dörtlüleri yaktım. Çalıştı neyse ki. Frene bastım ama tutmadı Barış’ın dediği gibi. Sönük araba işte! Arkamda seyreden araba acı bir fren yaptı bana çarpmamak için. Tipik İngiliz, elli metre geriden frene bastı ve sabırla, el kol hareketi çekmeden, ne yapacağımı beklemeye başladı. Çok geçmeden arkada, otuzar metre arayla duran arabalardan sakin bir kuyruk oluştu. El frenini çektim. Kornaya basmama gerek kalmadan, Barış benim arabamı değil, kopuk bir tamponu çektiğini fark edip, geri geri geldi. Bu sefer ne İngilizce ne Türkçe küfretti. Ama yüzündeki ifade, sinirlendikçe kararan göz atlarının koyuluğu, içinden geçen küfürlerin şiddetini belli ediyordu. Hiç sesimi çıkarmadım. Nasıl bir çözüm bulacağını bekledim. Bende çözüm için fikir olsa, zaten Barış’ı çağırmazdım. Sonuçta çocuk Türkiye’de kaportacılık yapmış. Çekme halatı yerine kullandığımız şeridin tampona bağlı ucunu, cebinden çıkardığı bir kelebek bıçakla, tam düğümün altından kesip, tamponu kaldırıma fırlattı, arkamızda bekleyen arabaların sürücülerinin şaşkın bakışları arasında. Biliyordum, bu ülkede kabul edilebilecek bir hareket değildi. Barış şeridin boşta kalan ucunu, yine arabanın önüne sırt üstü yatıp, kendini geri iterek, artık olmayan tamponun altında bağlayacak bir yer ararken, bir koşu kaldırıma gidip, kopuk tamponu aldım, arabanın arka koltuğuna attım. Arkada bekleyen sürücüler, başlarını iki yana sallayarak, bizimle göz temasından da kaçınarak, yavaş yavaş bizi sollayıp yollarına devam etmeye başladılar. Yer yarılsa da yerin dibine geçsem diye düşünürken, adamların kaldırıma tangır tungur tampon atan iki yabancı görüp polisi aramadıklarına şükrettim.

Barış arabanın altından çıktı. Sadece “Geç abi, direksiyona,” dedi. Buyruğunu küfürle tamamlamamasını, aslında çok küfür etmek istediği halde, küfürlerini yutup bana saygısını korumak istemesine bağladım. Geçtim direksiyona. Daha az gıcırtıyla ilerledik. Hurdacının önüne geldiğimizde, zaten çok yavaş ilerlediğimizden, Barış hemen sola kırdı, ben de arkasından sola kırdım ve içeri girdik. Tel örgülerle çevrili, yüzlerce parçalanmış arabanın olduğu, tamponların, lastiklerin, kapıların, bagaj kapaklarının yığınlar halinde öbeklendiği geniş avlunun ortasında durduk. Avlunun en dibindeki bir kulübeden, yağlı tulumu içinde, elleri ve yüzü kapkara olmuş, sarı saçlı, masmavi gözlü biri çıktı. Elinde kocaman bir levye vardı. Bizden her an her türlü tehdidin gelebileceğini düşünüyor olmalıydı. Adının aksine her an kavgaya hazır Barış’ın arabadan hışımla çıkışını, kısa boyuna ve çelimsiz görünüşüne rağmen, kollarını ve bacaklarını ayıra ayıra adama doğru yürüyüşünü gördüm.

Ben de indim arabadan gerekirse müdahale etmek için. Benim müdahalem, en fazla kavga çıkmaması için bir müdahale olabilirdi. Ama buraların diline hâkim değildim. Hele kavga diline, hiç. Birbirlerine bir kol hizası kadar yaklaştılar. Yağlı tulumlu hurdacı olanca yöresel aksanıyla:

“What’s your problem, mate? You comin’ here, straight! Know what I mean?” dedi. Yahu ne derdimiz olsun. Randevuyla mı gelecektik bu çöplüğe. Ben bile kızdım.

“We wanna sell our car, it’s scrap,” dedi Barış. Hurdaya çıkmış arabamızı satacaktık.

“Orright! Ten quid!” dedi yağlı tulumlu. On sterlin diyor, vay adi herif. Ağzımın niye Barış kadar bozuk olmadığına, niye Barış kadar kavgaya hazır olmadığıma hiç o kadar hayıflanmamıştım. Sen burslu olarak geldiğin elin memleketinde iyi kötü eski bir araba al, iki senede çıkardığı arızalarla başına dert olsun, hurdaya çıkınca da bir market alışverişi yaptırmayacak paraya gitsin.

“No,” dedi Barış, “twenty quid.” Ne yirmi mi? Barış ne yaptın? On yerine yirmi sterlin olunca daha mı iyi olacak? Ben en az yüz falan umuyordum, sonuçta her parçasını söküp, beşer onar sterline satacaklar.

“Take it back, then!” dedi yağlı tulum, “k”ları gırtlağında patlatarak. “Geri götür o zaman” deyişini duyunca yelkenleri suya indirdim. Eve kadar, her an şeritin kopması endişesiyle aynı çileyi yaşayamazdım.

“Orright, ten quid is okey,” dedim Britanya gülümsemesiyle. Teklifini kabul ettim, geri dönüş korkusu yüzünden. Barış ters ters baktı, bunca zahmeti on sterlin için çektiğine kızıyordu, biliyordum. Yağlı tulum hemen içeriye girip bir belge getirdi ve bana imzalattı. Sonra bana boş bir form verip, arabanın ruhsatını iptal ettirmem için doldurup üzerindeki adrese göndermemi istedi. Kurtulmuştum arabadan. Yağlı tulumun cebinden çıkardığı, yağlı on sterlini aldık. Barış arabasının arka tamponundan şeriti söküp, yağlı tulumun önüne attı.

“Al, bu da sana hediyemiz olsun, motherfucker,” dedi.

Adam Türkçe konuşma içinde geçen küfrü anlar da levyeyle bize girişir diye, hemen arabaya atladık. Barış hışımla geri vitese aldı ve arabayı avludan çıkardı. Geriye baktığımda, yağlı tulum dikiz aynalarını sökmüş, başka bir ayna yığınının üstüne atmıştı bile.

“Sağol Barış,” dedim. Sen olmasan halledemezdim ben bu işi.

“Lafı mı olur, hocam,” dedi. Hocam deyince, onun da gerginliğinin geçtiğini anladım. Rahatladım.

“Gel bir kahve içelim bari bir yerde,” dedim.

“Yok abi, ben dükkâna gideceğim, abim bekliyor,” dedi. Çoktan bizim evin önüne gelmiştik. Beni bırakıp, patinaj yaparak uzaklaştı. Yandaki evlerden birkaçının camından bakanlar olduğunu gördüm. Eve girmeden Pakistanlı bakkala girip, hurdacıdan aldığım on sterlin ile, süt, yoğurt, ekmek ve gazete alıp eve gittim. Eşime kazancımızı gösterdim, güldü. Her zaman gülebilecek bir yan buluyordu yaşadıklarımızda. O yüzden seviyordum onu.

O gece Barış’ın dükkanlarının yanındaki gece kulübünde kavgaya karışıp göz altına alındığını öğrendik. Bıçaklanan birileri de varmış. Abisi İbo, “Valla hocam, o gün gündüz neler yaşadı bilmiyorum, akşama kadar çok aksiydi,” dedi, “sinirlenince kendine hâkim olamıyor, ne yapacağım ben bu çocukla bilmiyorum.” 

Bu yazı Öykü kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Sönük Araba – Mehmet Ali Çelikel için 3 cevap

  1. Saime der ki:

    Çok güldüm, çok..Değerli hocam ingiltere yaşadığı çok esprili bir dille anlatmış. Üstad ligini sergilemiş. Aklıma “ŞU Çılgın Türkler”geldi.imkasizi imkanlı yapanlar hani.oradalarda böyle durumları yaşıyor olmalılar. Çözümleride çok bizden. Tebrikler hocam..

  2. Levent Kurtuluş der ki:

    Harikasın dostum.

  3. Dilek der ki:

    Ne zaman okusam sizi bir kelimenin cümlenin peşinden giderim hocam.
    Kaleminize sağlık
    hikaye ile kültürel farkı, farkları kişilik ve olaylara bakışımızı çok güzel anlamışsınız.

Dilek için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir