
Harun Antakyalı
İstemsizce güldü, zeytin otelin yemek salonunun parke zemini boyunca sandalyesine doğru yuvarlanırken. Geniş salon salamanjenin apayrı bir yerinde bulunan masasında, tek başına oturan, yalnız bir konuktu; zeytinin düşüp ona doğru yuvarlandığı masa uzaktaydı. Bulunduğu açı onu doğrudan bir hedef haline getirmiyordu. Yine de o eğri-büğrü, yağlı şey, bir süre yol üstünde bir-iki tereddüt ettikten sonra, nihayet gelip ayağının kenarında durdu.
Davetkar, hatta sanki saldırgan bir edayla olduğu yere yerleşti. Eğildi, zeytini yerden alıp, düşüp geldiği masadaki kızın hatrına mümkün olduğu kadar ağırbaşlı davranarak, tabağının yanına, beyaz masa örtüsünün üstüne usulca bıraktı.
Sonra, başını kaldırıp kızla göz göze geldi ve çok da ağır başlı olmadan onun da güldüğünü fark etti. Ordövr tabağındakileri yerken, yanlış bir hareket yapıp zeytini düşürmüş olmalıydı. Adamın zeytini alıp tabağının yanına koyuşunu izledi. Gözlerini aniden başka tarafa çevirip annesine baktı, bir şey sorar gibi.
Olay kapanmıştı. Fakat o küçük, uzunca, etli zeytin, tabağının kenarında duruyordu. Parmaklarıyla oynamaya başladı. Yemeğini bitirene kadar parmakları kendiliğinden zeytinle oynadı durdu.
Kimsenin ona bakmadığı bir anda, sanki onu yerden aldıktan sonra yapılacak başka şey yokmuş gibi, zeytini cebine attı. Neden böyle yaptığını ancak Tanrı bilirdi tabii. Odasına çıkardı, dürbününün, tütün kutularının, mürekkep şişelerinin, pipolarının ve şamdanın bulunduğu şömine rafının üstüne koydu. Ne olursa olsun, orada tutacaktı o ıslak, parlak, yan yatmış, küçük sulu zeytini. Otelin yemek salonu yormuştu onu, bütün yapmak istediği yemekten sonra odasına gelip piposunu içmek, paltosunu çıkarıp ayaklarını karşısındaki iskemleye uzatmak, Freud’dan bir bölüm daha okumak, hiç içinden gelmediği halde birkaç mektup yazmak ve saat onda yatmaktı. Oysa bu akşam, okuduklarıyla arasına zeytin girip duruyor, paragraflar ve satırlar arasında yuvarlanıyordu. Zeytin sonsuz “komplekslerimizden” ve “baskılanmış arzularımızdan” daha gerçekti.
Aslında, zıplayan zeytini düşüren kızın gülen gözlerini görüp duruyordu her yerde. Annesi bakışlarıyla onu durdurmadan önce, öyle doğal, öyle kendiliğinden, öyle dostça gülümsemişti ki, bu gülümseyişin ertesi gün bir tanışmaya dönüşeceğini hissediyordu.
Belki de! Muhtemel bir maceranın heyecanı sardı bedenini.
Neşeli görünen bir kızdı; mutlu, hafif kızarmış bir yüzle oyun oynayacak birilerini arıyor gibiydi. Annesi, o büyük oteldeki pek çok insan gibi hasta, o ise fedakâr ve sabırlı kızıydı. Belli ki tam da o gün gelmişlerdi. Bir zeytinin yan yan ona doğru yuvarlandığı, zeytinin bu tuhaf hareketlerini seyreden bir kızın gülüşünü ve o gülen kızla göz göze gelişini gördüğü bir rüyaya dalarken, bir gülüş çok şey gösterir, diye düşündü. Rüyasında, zeytin bilerek ve zekice bu belirsiz yolculuğa çıkmıştı. Bu bir mesajdı.
Annesinin, şunları söyleyerek kızının tuhaflıklarını azarladığından haberi yoktu tabii ki:
“Yine yaptın yapacağını, çocuk! Adının hakkını veriyorsun, bir zeytin görünce onunla tuhaf ve alışılmadık bir şey yapmadan edemiyorsun!”
Görünmez mürekkepler ve benzer esrarengiz maddelere dair kimya bilgisiyle Sansür İdaresi’ne kendisini kanıtlayan gençten bir adam olarak, İdare tarafından öylesine değerli bulunmuştu ki, son beş yıldır hiç tatile çıkmadan çalışmış, sonunda İtalya sahilleri onu kendine çekmiş ve iki aylığına dinlenmeye gelmişti. İlk defa geliyordu. Güneş, mimoza, masmavi deniz ve pırıl pırıl gökyüzü cezbetmişti onu; bir sterlini bozdurunca kırk, elli, altmış ve yetmiş şiline kadar değer kazanıyordu. Burayı çok güzel ama ıssız bulmuştu.
Rasgele seçmiş olduğu için, umduğu arkadaşlık ortamını bulamadığı bir yere gelmişti. Savaştan sonra iyiden iyiye canlılığını yitirmişti burası, kendine gelmesi zaman alacaktı; yerleşik İngilizler hala görülebiliyordu tek tük de olsa. Turistler ise tatil için daha çok Fransa sahillerinde Monte Carlo ve Mentone’u tercih ediyorlardı. Öte yandan ülke grevlerle sarsılıyordu. Bir hafta elektrikler kesiliyor, sonraki hafta mektuplar ulaşmıyor, elektrikçiler ve postane çalışanlarının grevi bitince de demiryolu işçileri başlıyordu. O yüzden çok az ziyaretçi geliyor, gelen birkaç kişi de çok geçmeden gidiyordu.
Fakat o, güneşin güzelliği ve yüksek döviz kuru nedeniyle, kalmaya devam etti. Daha iyi ve daha canlı bir yer keşfetmek için fiziksel enerjisi de yoktu zaten. Zeytin ağaçları arasında uzun yürüyüşlere çıktı, deniz kıyısındaki palmiyeler altında oturdu, kurun yüksekliği yüzünden her şey çok ucuz göründüğü için dükkanlara girip ihtiyaç duymadığı şeyler aldı. Her hafta çok yüksek ekstralar ödüyordu otele, ama sonra hesaplayınca sadece birkaç peninin bu faturaları karşıladığını görüp rahatlıyor, elinde bir kitapla saatlerce zeytin ağaçlarının altında uzanıyordu.
Zeytin ağaçları! Gündelik hayatında zeytin ağaçlarından kaçış yoktu. Bütün yürüyüşleri, gezileri, aylakça dolaşmaları, alışverişe çıkışları, önünde sonunda yolunu her yeri sarmış olan zeytin ağaçlarına çıkarıyordu.
Eve göndermek için bir kartpostal almaya çıkmayagörsün, köşe başında mutlaka bir zeytin ağacı oluyordu. Zeytin ağaçları her yeri öyle kaplamıştı ki, insanlar tüm varlıklarını ve tüm gelirlerini karşı konulması mümkün olmayan bu zeytin ağaçlarına borçluydular. Tepelerdeki köylerin evleri çatılarına kadar zeytin ağaçları içinde yüzüyordu. Otellerin bahçeleri bile bunlarla doluydu.
Rehber kitapları da, tıpkı konuyu her konuşmada zeytin ağaçlarına getiren yerli halk gibi olanca gayretiyle övüyordu onları. Onlar hakkında konuşurken bir sanat eserinden bahseder gibiydiler:
“Ee, nasıl buldunuz zeytin ağaçlarımızı? Güzel değil mi? Başta herkes hayal kırıklığına uğrar. İnsanın üstüne üstüne gelir.”
“Doğru,” dedi.
“Beğenmenize memnun oldum. Bence onlar zarafetin vücut bulmuş hali. Bir de rüzgâr bütün yamaçtaki ağaçların yapraklarını altlarından havalandırınca ne kadar güzel oluyor değil mi? İnsan zeytin yeşilinin anlamını anlıyor.”
“Anlıyor,” diye iç geçirdi. “Fakat yine de bir tane olsun yemek istiyorum. Bir tanecik zeytin, yani.”
“Ha, yemek için, tabii de o kadar kolay değil. Görüyorsunuz, bu sene mahsul…”
“Kesinlikle,” diye kesti sözünü sabırsızca, alışılmış ve kaçamak açıklamaların bıkkınlığıyla. “Fakat ben bir tadına bakmak istiyorum. Bir tanesini yemenin keyfine varmak istiyorum.”
Zira, altı haftadan fazla kaldığı bu yerde, ne sofrada bir tane zeytin görebilmişti, ne bir dükkânda, ne de bir pazar tezgahında. Bir tane bile yiyememişti. Kimse zeytin satmıyordu. Her yer zeytin ağacı dolu olsa da kimse satın almıyor, kimse sormuyordu. Sanki kimse zeytin istemiyor gibiydi. Yakından bakınca, ağaçların adıyla özdeşleşmiş o şişman, sulu, baharatlı, lezzetli meyve yerine erik kılıklı siyah, küçük böğürtlene benzeyen meyvelerle doluydu.
Erkekler dallara tırmanıyor, dallara ellerindeki bambu sopalarla vurarak ağaçları sarsıp zeytinlerin dökülmesini sağlıyor, kadınlarla çocuklar ağaçların altına serdikleri örtülere oturup saatler boyunca topladıkları zeytinleri sepetlere dolduruyor ve eşeklere yüklüyorlardı. Fakat tek bir zeytin bulmak mümkün değildi. Aslında zeytin daha önce hiç umurunda olmamıştı. Fakat şimdi bütün benliğiyle bir tane zeytin yemek istiyordu.
“Haa! Sizin yediğiniz İspanyol zeytini,” diye açıkladı, “Basel”li Alman baş garson. “Bunlar sadece yağ için.” Bunun üzerine her zamankinden daha çok nefret etmişti zeytinden, ta ki o akşam gözlerinin içine bakarak gülümseyen o tatlı kızın narin ve dikkatsiz ellerinden düşüp, parkede yuvarlanarak masasına gelen, yenilebilen tek zeytin türünü görene kadar.
Havva’nın da aynı şekilde, dünyanın ilk bahçesinin zümrüt yeşili çayırları üzerinde Adem’e elmayı yuvarlayarak gönderdiğinden emindi.
Genellikle ölü gibi uyurdu. Gözlerini birden açıp yatakta oturmasına sebep olan bir şey olmuş olmalıydı, gerçek bir şey. Kapısında bir ses vardı. Dinledi. Oda hala karanlıktı. Sabaha karşıydı. Ses bir daha duyulmadı.
“Kim o?” dedi uykulu bir fısıltıyla. “Nedir o?”
Ses bir daha duyuldu. Birisi kapıyı tırmalıyor gibiydi. Hayır, biri kapıyı tıklatıyordu.
“Ne istiyorsunuz?” dedi daha yüksek bir sesle. “Girin,” diye ekledi, uykulu halde üstünün başının düzgün olup olmadığını düşündü. Ya otelde yangın çıkmıştı ya da görevli güneşin doğuşunu seyretmek için yanlış kişiyi uyandırıyordu.
Hiçbir şey olmadı. Tamamen uyanıktı artık, düğmeyi çevirdi ama ışıklar yanmadı. Lanet okuyarak elektrikçilerin grevde olduğunu hatırladı. Kibrit kutusunu aradı, bulduğunda koridordaki ses bir kez daha duyuldu. Tam kapının dışındaydı.
“Hazır değil misin?” dediğini duydu. “Sürekli uyuyorsun.”
Ve bu ses, daha önce hiç duymamış olsa da, tanıması mümkün olmasa da, aniden anladı ki, zeytini yere düşüren kızın sesiydi. Bir anda yataktan fırladı. Bir mum yaktı.
“Geliyorum,” dedi yumuşak bir sesle, hızla üstüne bir şeyler geçirirken. “Beklettiğim için üzgünüm. Bir dakika bile sürmez.”
“Çabuk ol!” dedi ses. Mumun alevi yavaşça büyürken, o da kıyafetlerini buldu. Üç dakika içinde kapıyı açtı, elinde mumla, karanlık koridora başını uzattı.
“Söndür şunu!” dedi buyurgan bir fısıltı. İtaatkâr fakat yeterince hızlı değildi. Bir çift kırmızı dudak büzüşüp uzadı karanlıkta. Püfleyip mumu söndürdü. “Benim bir itibarım var. Görünmememiz lazım!”
Yüz karanlıkta kayboldu, ama tanımıştı; o parlak cilt, pırıl pırıl bakan gözler. Tatlı bir nefes yanağına dokundu geçti. Hızlı ve marifetli bir el hareketiyle şamdan elinden alındı. Ahşap yer kaplamasının tıkırtısından şamdanın yere konduğunu anladı. Zifiri karanlık koridora çıktı, yumuşak bir el elinden tutup arka kapı olduğu anlaşılan bir yerden otelin hemen arkasındaki yamacın kenarına çıkardı.
Yıldızları gördü. Sabah havası serin ve mis gibi kokuyordu, sert hava kendine getirince, uykudan eser kalmadı. Uykuluydu ve kafası karışıktı, o yüzden verilen buyruklara düşünmeden boyun eğmişti. Fakat birden bir çılgınlığın ortasında olduğunun farkına vardı.
Kız, başını ve omuzlarını incecik bir kumaşla öylesine örtmüş bir halde, birkaç adım ötesinde durmuş, sanki bir düşün ortasından çıkmış, unutulmuş bir dünyadaki uykusundan uyanmış ya da bir efsaneden fırlamış gibi duruyordu. Gece ayakkabılarının ayağında olduğunu gördü, tül gibi kumaşın altından gece elbisesini fark etti. Hafif bir rüzgâr vücuduna sardığı ince örtüyü vücuduna yapıştırdı. Bir su perisini andırıyordu.
“Acaba diyorum, hiç yatmadınız mı?” diye aptalca bir soru sordu. Aslında yaptığının yanlış olduğunu, aceleciliği için özür dilemeyi ve kızı paylayıp odalarına dönmeleri gerektiğini söylemek istemişti. Onun yerine bu cümle çıkmıştı ağzından. Bütün gece uyanık kaldığını tahmin etti. Bir saniye hareketsiz durdu, sessiz bir hayranlık içinde baktı kaldı, sorularla dolu şaşkın gözleriyle.
“Yıldızları seyrediyordum,” dedi gülerek, aklından geçenleri okumuş gibi. “Oryon yıldızı ufka değdi. Hemen sana koştum. Sadece dört saatimiz var!” Sesi, gülüşü, gözleri, Oryon’dan bahsetmesi, ayaklarını yerden kesti. İçinde bir şeyler boşaldı, vahşice uçtu, umursamadan yıldızlara uçtu.
“Haydi gidelim buradan!” dedi, “Büyük Ayı sönüp gitmeden. Alkiyon çoktan sönmeye başladı bile. Ben hazırım. Hadi!”
Kız güldü. Rüzgar vücudunu saran tülü havalandırıp, fildişi rengi iki bacağını ortaya çıkardı. Kız adamın elini bir daha yakaladı ve dik yamacın üzerinden ormana doğru koşturmaya başladılar. Çok geçmeden koca otel, villalar, kasabanın yerlilerinin ve turistlerin hala tatlı uykularını uyuduğu beyaz evler gözden kayboldu. Tepelere doğru çıktıkça gökyüzü onlarla buluşmak için aşağıya iniyordu sanki. Yıldızların parlaklığı solmaya başlamış fakat daha şafak henüz sökmemişti. Sabahın tazeliği yanaklarını okşamaya başladı.
Gökyüzü usulca ağarmaya, ufuk doğudan güneşin kızıllığını göstermeye başlayınca, ağaçların şekilleri de ortaya çıkmaya, gümüş gibi parlayan yeşil yaprakların hışırtısı duyulmaya başlamıştı. Zeytin ağaçlarının arasındaydılar, fakat ağaçların ruhu dans ediyordu. Aşağıda, çok uzaklarda, kadim denizin kop koyu maviliğiyle uzandığını gördüler. Balıkçı tekneleri uzaklarda minik birer nokta gibiydi. Denizciler şafağa karşı şarkılar söylüyordu, ve kuşlar karşılık veriyordu onlara asma bahçelerinin mimozaları arasından.
Dik yamacın toprağına tutunmaya çalışmaktan hem gövdesi hem de kıvrım kıvrım dalları yorgun düşmüş görkemli bir ağacın altında bir an durup soluklandılar, mutlu düşlerle dolu gözleriyle birbirlerine bakarak.
“Çok çabuk anladın benim o küçük mesajımı,” dedi kız, “Gözünle kulağınla anlayacağını biliyordum.” Ardından narin parmaklarıyla önce adamın kulaklarını çekti haylazca, sonra yumuşacık avuçlarını gözlerinin üstüne bastırdı hafifçe.
“Yarım kalmışsın,” diye ekledi, adamı baştan aşağı değer biçer gibi süzerek, “tam olmasan da.” Kahkahası bembeyaz dişlerini ortaya çıkardı.
“Oyun oynamayı biliyorsun ama, bu da bir şey,” dedi. Sonra, kendi kendine konuşur gibi, “Seninle işim bitene kadar tamamlanacaksın.”
“Olacak mıyım?” dedi adam kekeleyerek. Kıza bakmaya korkuyordu.
Şaşkındı, içten içe kızı anlamaya çalışsa da, kızın ne demek istediğine vakıf olamamıştı; sadece damarlarında hayatın daha hızlı akmaya başladığını hissediyordu, fakat gördükleri kafasını karıştırıyordu.
“Çok istiyorum bunu,” dedi adam. “Öyle harikaydı ki yaptığın! Tuhaf bir şekilde bana yuvarlandı…”
“Ha, o mu!” dedi kız saçlarını savurup adama bakarak. “Saklamışsındır, umarım.”
“Kesinlikle. Şömine rafında duruyor.”
“Yemedin değil mi?” dedi ve dudaklarını lezzetli bir şey yer gibi oynattı, aradan dilinin ucu da göründü.
“Saklayacağım,” dedi, “bu bedende can olduğu sürece,” ve o anda uzaklaşmaya çalışan kızı kollarından yakalayıp, yüzünü öpücüklere boğdu.
“Oyun oynamayı çok istediğini biliyordum,” dedi kız adamın kollarından kurtulduğunda. “Yine de, başka birisi almadan senin onu yerden alman çok tatlıydı.”
“Başka biri mi?” dedi adam şaşkınlıkla.
“Tanrı bilir. Eğri büğrü bir şey o, unutma. Dümdüz yuvarlanamaz.” Sinsi ve anlaşılmaz bakışlar attı adama.
Adam gözünü ayırmadı ondan.
“Yani başka yere yuvarlansaydı, bir başkası mı alacaktı yerden?” dedi.
“Şu anda o başkası yanımda olurdu o zaman!” Bu kez kız adamın onu engellemesine fırsat vermeden bir uzaklaşıyor, bir yakınına geliyordu, arkalarındaki zeytin ağaçlarının arasından alaycı kahkahalar atarak. Bir saniyeliğine kalkıp peşinden gitti, koruluğun içinde, kızın o incecik, zarif beyazlığını takip ederek. Kız ise, bir akar su gibi, ya da parlak bir gün ışığı gibi saçlarını rüzgara bırakıp ağaçların arasında sekiyordu; ta ki adam onu sonunda yakalayıp, nerede olduğunu, kim olduğunu ne yaptığını unutup öpücükleriyle boğana kadar.
“Dur!” dur diye fısıldadı kız, bir kolu adamın boynuna dolanmış haldeyken. “Ayak seslerini duyuyorum. Dinle! Gaydacıların sesi bu!”
“Gaydacılar mı?” dedi, ve hoş bir ürperti sardı bedenini.
Bir anlığına titredi, kız bunu söylediğinde. Kızın yüzüne baktı. Saçları, adamın öpücüklerinin sıcaklığıyla kıpkırmızı olan yanaklarına düşmüştü. Gözleri pırıl pırıl parlıyordu bütün canlılığıyla. Kızın yüzü, adama yan dönmüş halde, sesleri dinliyor, adamın kanının birdenbire buz gibi akmasına sebep olan bir ifadeye bürünüyordu. Aralanmış dudaklarını gördü, Küçük beyaz dişlerini, fildişi rengi boynunu, tutkulu sarılmalarının heyecanıyla inip kalkan göğsünü gördü. Bu dünyaya ait değilmiş gibi duran güzelliğinin ve ışıltısının yerini, ruhuna dehşet saçan bu tuhaf ifade almıştı.
Yüzünü yavaşça adama döndürdü.
“Kimsin sen?” diye fısıldadı ve kızın yanıtı beklemeden ayağa fırladı.
Genç ve sağlam yapılıydı, güçlüydü de; vücuduna iyi bakanlara özgü sert kaslarıyla, aslında bu kıza uygun değildi. Kızın ise hızı ve zindeliği, onun bedeninin çok üstündeydi. Sıçrıyordu kız. Adam daha kaçmak için bir adım atmadan, kız yumuşak ve esnek kollarını vücuduna öyle bir sarıyordu ki, kaçamıyordu bile. Ve kızın ağırlığı onu toprağa gömüyordu adeta, dudaklarını dudaklarına yapıştırıyor, susturuyordu. Tekrar kollarıyla birbirlerini sardılar, saçları adamın gözlerini kapattı, kalbi kalbine değdi, ve adam sorusunu, korkularını, bildiği dünyayı bile unuttu…
“Geliyorlar, geliyorlar,” dedi neşeyle. “Şafak sökmek üzere. Hazır mısın?”
“Beş bin yıldır hazırım,” dedi adam, kızın yanında ayağa fırlayarak.
“Hepsi bir arada!” dedi, zeytin ağaçlarının arasından esen rüzgâra benzer kahkahasıyla.
Vücudunu örten o buğulu örtüyü savurarak, adamı elinden yakaladı ve ağaçların altından tepeye doğru dans ederek tırmanan kalabalığa karışmak için koşmaya başladılar. Neşe içinde söyledikleri şarkılar göğe yükseliyordu. Asmalar ve sarmaşıklar altında, gümüşe çalan yeşil renkli ağaç dallarının arasından geçerek, dağın yamacı boyunca akıp giden canlılığın içinde buldular kendilerini. Uzaklarda sökmekte olan şafağa doğru yavaşça eriyip gittiler, ve kalabalığın son zerreleri gözden kaybolmaya başladığında, güneş tanyerinin mor denizinin içinden yükselmeye başladı.
Adamın bildiği yere; depremde yıkılan, terkedilmiş köye geldiler. Belli belirsiz anılar sardı zihnini. Buraya daha önce gelip gelmediğini tam olarak anımsayamıyordu, fakat darmadağın duvarların altında “otelden” arkadaşlarıyla atıştırmışlardı; rahatsız edici bir aşinalığı vardı buranın. Evler sakin görünüyordu; içlerinde güvercinler yaşıyor, sansarlar, gelincikler ve yılanlar kim bilir ne zamandan kalma yatak odalarında yuva kurmuşlardı. Çok değil daha yirmi yıl önce, üzerine çiy düşmüş böğürtlenlerin arasında soğuk sabah rüzgârının estiği, şafağın kızıla boyadığı küçük sokaklarını rençberler dolduruyordu.
“Bu evi biliyorum,” dedi kız, “beraber yaşayacağımız bu evi biliyorum!” Sonra penceresiz, çatısız duvarlarının arasından sanki uçarcasına gün ışığı ve hava doldu. Yaban arıları yıkık duvarın içine yuvalanmışlardı.
Kızı takip etti. Odada gün ışığı vardı, çiçek doluydu. Kaba saba, basit bir masanın üstünde bir kâse kaymak, yumurta, bal, tereyağı ve ev yapımı bir somun ekmek vardı. Yaban güllerine açılan pencerenin önündeki içi saman ve hoş kokulu otlar dolu bir kanepeye çöktüler sarmaş dolaş. Pencereden arılar girip çıkıyordu.
Bussana’ydı deprem köyünün adı, bir yaz sabahı, bütün sakinleri kilisedeyken, ani bir deprem vurmuştu burayı. Çöken çatının altında altmış kişi ölmüştü, zaten yıkılmaya yüz tutmuş duvarlar ise yüz kişinin ölümüne sebep olmuş, nüfusun geri kalanı ise terk etmişti burayı.
“Kilise,” dedi adam, hikâyeyi beli belirsiz hatırlayarak “Ayindeydiler.”
Kız adamın kulağının dibinde pervasızca güldü, kanının bütün bedeninde lezzetli bir zevkle, sımsıcak akmasına sebep olarak. Adam kendini rüzgâr gibi, hayvanlar gibi coşkun ve yabani hissetti. “Geri geldi. Heyhat, hazır değillerdi daha, yaşlı papazlar çaresine bakmışlardı, ama o geldi. Müziğini duydular, sonra ayak sesleri zeytinlikleri sarstı, yaşlı toprak dans etti, tepeler neşe içinde zıpladı…”
“Ve evler un ufak oldu,” dedi adam, kızı göğsüne bastırırken.
“Ve şimdi de biz geri geldik!” dedi kız mutluluk içinde. “İbadet etmek ve mutlu olmak için geri geldik!” Adama iyice sokuldu, güneş yükseliyordu.
“Duyuyorum onları, sessiz ol!” dedi kız ağlamaklı, sonra adamın yanına sıçradı dans edercesine. Adam yine onu takip etti rüzgâr gibi. Kırık pencereden yarı çıplak orman tanrısını, su perilerini ve satirleri gördüler, dans ediyorlar, yumuşak toynaklarını vuruyorlardı yere dikenli çalılar ve otlar arasında. Harabeye dönmüş dehşet verici kiliseye doğru hafiflemiş ayaklarıyla uçarcasına gittiler. Mutlu şarkılar ve kahkahalar yükseldi birden, bir yerlerden.
“Gel!” dedi adam. “Gitmemiz lazım.”
Ele ele verip, akrobatik hareketler yapan, dans ederek ilerleyen kalabalığa karıştılar. Koşarlarken kız adamın bir arkasına bir önüne geçerek dans ediyor, birbirlerine sarılıyorlardı. Çatısı yıllar önce yan yatmış, türbesi kuşlara yuva olmuş, duvarları dokunulsa yıkılacak binaya ulaştılar.
“Sessiz ol!” dedi kız, hayranlık içinde. Önlerindeki kalabalığın üzerinden çıplak kolunu uzatarak, parmağıyla “Orada, bak!” diye gösterdi.
Gösterdiği yerdeki boşlukta, bir zamanlar mukaddes kâse ile kadehin bulunduğu yerde bir adam oturmuş, ululuğuyla ve olağanüstü gücüyle nişi dolduruyordu. Darmadağınık, iyilik dolu olduğu belli ama felaketler yaşamış bir halde, kırık taşların arasından doğruldu. Kocaman gözleri parladı ve gülümsedi. Ayakları dikenli çalılar arasında kaybolmuştu.
“Tanrım!” diye korku dolu ama iman etmiş, yabani bir çığlık duyuldu. Ardından yine o eski tanıdık telaş çıktı geldi uğursuz bir acelecilikle. İri cüsseli adam yerinden kalktı.
Kuşlar uçuştu çığlıklar atarak, küçük hayvanlar kaçacak delik aradı, az önce kahkahalar atarak eğlenen kalabalıkta insanlar birbirilerine ezercesine kaçışmaya başladı.
“İşte gidiyor yine! Kim çağırdı? Kim çağrı yaptı böyle? Ayakları bastığı yeri titretiyor!”
“Deprem oluyor!” diye çığlık attı bir kadın, dehşet içinde.
“Öp beni, tekrar unutmadan önce bir kez daha öp beni!” diye fısıldadı adamın kulaklarına tutkulu bir ses. “Bir kez daha kollarınla sar, kalbinin atışını dudaklarımda hissedeyim! Kilisedeki adamın gücünü hissettin. Artık tamamlandın! Her şeyi hatırlayacağız artık!
Tam o anda uyandı, üzerindeki ağır yatak örtüsü ağzını tıkamış, otelin duvarlarını ısıtmaya başlayan gün ışığı ve sabah esintisi pencerelerden içeri dolmaya başlamıştı.
“Otelden ayrıldılar mı, o hanımefendiler?” diye sordu baş garsona, masalarını işaret ederek. “Dün akşam yemekte buradaydılar.”
“Kimi kast ediyorsunuz?” dedi garson, boş bakışlarla adamın işaret ettiği masaya bakarak. “Dün akşam, yemekte mi?” diyerek hatırlamaya çalıştı.
“Bir İngiliz hanımefendi, yaşlıca, kızıyla beraber…” dediği anda, sözünü tamamlamadan genç kız yemek odasına girdi yalnız başına. Öğle yemeği bitmişti, salon boştu. Bir anlık sessizlik oldu. Konuşmamak gülünç olacaktı. Göz göze geldiler. Kızın yüzü kıpkırmızı oldu.
Bir İngiliz’den beklenmedik bir atılganlıkla, “müsaadenizle annenizi soracaktım,” dedi. “Galiba,” bakışlarını tek kişilik masaya çevirerek, “kendini pek iyi hissetmiyor.”
“Ah, çok naziksiniz,” diye gülümsedi. Küçük beyaz dişleri göründü.
Üç gün geçmeden, öylesine âşık olmuştu ki, kendisini tutamıyordu.
“Sanırım,” dedi çekingen bir sesle, “bu sizin. Düşürmüştünüz, hatırlarsanız. Şey, bende kalabilir mi acaba? Sadece bir zeytin, nasıl olsa.”
Bunu sorduğunda bir zeytinlikteydiler ve güneş batıyordu.
Kız adama baktı, baştan aşağı süzdü, kulaklarına, gözlerine baktı. Kızın küçük parmaklarının kulaklarına dokunacağını, usulca okşayacağını hissetti bir an.
“Söyler misin,” dedi, “bir rüya gördün mü, seni ilk kez gördüğüm gece?”
Bir adım geri çekildi kız. “Hayır,” dedi, hızla uzaklaşarak. Peşinden gelen adama, “sanmıyorum gördüğümü. Fakat,” nefes nefese kalmıştı adam onu yakaladığında, “onu yerden alışından anlamıştım.”
“Neyi anlamıştın?” dedi adam, kaçmasın diye kolundan sıkıca tutarak.
“Yarım kalmış olduğunu ama çok yakında tamamlanacağını.”
Ve, onu öperken, kızın küçük, yumuşacık parmaklarının kulaklarını okşadığını hissetti adam.
(Pearson’s Magazine, Londra), 1922
Müthiş