
1938 yılı Ağustos ayında Akçapınar Köyü, daha evvel görülmemiş bir belayla boğuşuyordu. Körfez, bataklığın pençesinde can çekişiyordu adeta. Yöre halkı için yabancı bu garabetle uğraşması hiç kolay değildi. Sivrisinekler cirit atıyor, hastalık yayıyor ve çoluk çocuk sıtmadan kırılıyordu. Uzun istişareler sonunda, herkes elinden geleni yaptığını da düşündükten sonra bataklığı kurutmak için ağaçlandırma yapılması gerektiği fikri ortaya atıldı. Herhangi bir ağaçla bunun yapılamayacağı, okaliptüs ağacının bu konudaki önemi vurgulandı. Aracılar girdi araya, olamayacak imkânlar serildi ortaya ve kıtalar aşırı çabalarla ağaçların fideleri ovaya ulaştı. Nizami bir şekilde ağaçlar dikildi. Zaman dışında ihtiyacımız kalmamıştı. En zorlu kısım başlamıştı: Beklemek…
1939 yılı Ağustos ayı kimsenin hatırlama ihtiyacı olmayan bir yılın bir ayıydı. Ben hariç… Mehmet, ateşler içinde yatarken gözüm sürekli takvime ilişiyor, sanki kötü hatırlamak istemediğim bir tarihe umut yüklemesi yapıyordum. Köyde hastalığın ateşi sönüyordu, kâbus dolu günlerin sonuna geliyorduk. Ancak Mehmet başka türlü bir derdin dehlizinde gibiydi ama mutlaka çıkacaktı ordan. Düşüncelerimi orda tutmaya meyilliydim.
1942 yılı Ağustos ayında hastalık konusu, sanki daha önce hiç duyulmamış gibi rafa kalkmıştı. Ağaçlar büyümüş ve herkesin gündemi değişmişti. Ben hariç… Yıllar geçiyor ama Mehmet’in gidişi yerini hiçbir olaya devretmeden tüm gün göğsüme çörekleniyordu. Bir gün, bu beladan kurtulduk diye ağaçları budamaya başladılar gelişigüzel. Sürekli sırtımı yasladığım bi tanesi, neredeyse yerle bir olmuştu. Sırtımın yarısı kadar kalmıştı gövdesi. Bin yıllık ağaçların bu halde gelmesine mi sonsuz sevgimin yarım yamalak son bulmasına mı bu kadar içerlemiştim bilmiyorum. Pürüzsüz gövdem genç yaşta nemden ağırlaşmaya başladı. Kabuklarım soyulmaya… Bir ağaç değildim ama dallarım kırıldı. Bir ağaç değildim belki ama yapraklarım döküldü.
Budanan ağaçlardan çıkardıkları yağı küçük, lacivert bir şişede kapımın önünde buldum bir sabah. Üzerinde çirkin bir el yazısıyla “yağ” yazıyordu. Kapağını açınca koca bir orman odama doldu. Uykumda dallarıma ve yapraklarıma şifa olsun diye, her gece yastığıma bir damla damlatmaya başladım. Kaçıncı gecede bitti hatırlamıyorum ama budandığım yerden bir daha filizlenemedim. – Didem Çelenk
Didem hocam yine şaşırtmadı. İncecik nerden baksan okurken kopacak incelikte çünkü ağır ve kısa. Kalemi ve dünyası iyi ki var.