İçeriğe geç

Bir Öbek Menekşe – Tülay Güzeler

Televizyonu da kurulmuş, kilimleri de serilmiş evine, ağır ağır tırmandığı ilk akşam. Bir, adım sesleri yoruyor onu, bir de her basamakta iyice ağırlaşan bacakları. Anahtarı çantasında ararken de acemi, kapıdaki kilidi döndürürken de.

Ne koridorun ucundaki iri yapraklı bitkiler ne de mutfak masasındaki kasımpatıları onu içeriye çağırıyor. Dikildiği yerden bir adım sonrası uçurumcasına kalakalıyor. Soğuk. Sessizlik diken gibi batıyor, soğuk acıtıyor. Kararmadan hava, güneşin yardımıyla girseydi evine; balkondaki masaya bir kâğıtla, bir kalem bıraksaydı; masanın ortasındaki boş saksıda fesleğen olsaydı… belki…

Aldığı derin soluğu üfleyerek içeriye adımladı. Kapı bir daha açılmayacak kadar kapandı ardına. Yün ceketine biraz daha sarıldı, dışarıya girmiş gibi. İlk cuma akşamı. Oğlu, babasının evinde, salon takımı tam, yatak odaları boş. Yatak odası takımı ve oğlunun eşyaları bu evde. Bu saatlerde onun da olduğu eve dönmüş olurlardı eskiden, çok eskiden.

Holdeki güve yeniğiyle delik deşik halıdan hızla geçti, boş salonun kapısının önünde durdu. Bir şey eksik. Tek bir şey eksik hayatında. Salonun boşluğu, değil… soğuklar bastırdığında nasıl ısınacağı, değil… buzdolabı tamtakır… değil. Onu merak eden, kıskanan, özleyen bir erkek yok… değil. Evin içinde oğlunun sesi, koşuşmaları… değil… değil oğlu değil! O olsa tamam.

Evin içinde ileri geri gezinmeye başladı. Olmadı. Tüm ışıkları yaktı, yatak odasındaki televizyonu açtı. Olmadı. Yatağının üstüne atıverdi kendini. Daha önceleri nasıl uyurdu acaba? Hatırlamadığı bir şeydi, gözünü kapatır kapatmaz uyuyup sabaha kadar uyanmamak.

Balkona çıktı. Plastik sandalyeden birini balkon korkuluğuna iyice yaklaştırdı. Apartmanı çevreleyen bahçede, açmayı da tomurcuk kalmayı da becerememiş güllere, ağacın gövdesine abanmış sarmaşıklara, delidolu büyümüş çalılara, yerlerde sürünen uzun boylu kasımpatılarına… baktı. Rastgele budanmış akasyanın cılız dallarına içi acıdı, insan ayaklarından kendini koruyamamış bir öbek menekşeye, çimi yama gibi kaplamış yabani otlara, çamurlu suyla düzleşmiş çukurlara…

O eksik, o eksikken dünya bile eksik.

“Hayatını sevinç olarak taşı.” Bu olabilir mi? Gözlerini kapatıp içinden defalarca tekrarladı. Etkisiz. “Yalnızlığı sevmeyi öğrenerek ödüllenmeli iyiler” ya da “İyi hayat, önünde belirsiz uzanandır” Bunlar olabilir mi?

“Oğlun pazar akşamı gelecek.” İçi ısındı. Ama böyle olmazdı, hayatın tümünü kapsayan bir cümle olmalıydı. İçinde dik kalan tek şeyi kökleştirecek bir söz…

Düşünmekten vazgeçti, ağlamamaya çalışmaktan da… Telefona sarıldı. Kapının çaldığını anladığında telefonu yere fırlatıp kapıya koştu. Kocası onu ittirip girdi içeri. Bastığı yeri delip geçen ağır ayaklara yol açtı kadın. Ağzının eğilip bükülmesine baktı onun. Bir çember oluşturarak dönen dudaklarına. Ne olsa mutlu olursun diye hangisi sordu? Ya da, ne yaparsan yap mutsuz olacaksın diye bağıran kimdi? Ne zaman kasımpatıları halının üstünde ezildi, kapıdan gelen esinti ne zaman bitti?

Sabahın ışıkları onu uyandırdığında, yere saçılan yırtılmış fotoğraflardan birinin arkasına büyük harflerle yazdı: Ne yaparsam yapayım mutsuz olacakmışım. Olacaksam…olacaksam… Ne?

İş dönüşü evine girmek istemedi, yol boyu gidip gidip geldi. Onu eve sokacak sözü arandı. Evinde rahat ettirecek bir söz. Yeni bir nefes almak için, kalbinin canhıraş atışına bir neden olsun diye bir söz. “Ne yaparsa yapsın, sonunda mutsuz olur insan.” Tekrarladı.

Amaç mutluluksa, hiç elde edemeyeceğine göre ne seçeceği önemli değildi. Değilse: İstediği şeyi seçebilirdi. “Yalnız yaşamayı seç. Öyle mutsuz ol.” Adımları hızlandı.

Uzun sürmüş, defalarca kesintiye uğramış evliliğini sonsuza kadar sürdürse olurdu. Sürdürmesi için bir neden yokken sürdürmüşse, ayrılması için de bir neden olamazdı kuşkusuz. Eğer anlamamış olsaydı, dirisi terk edilmemiş bir erkeğin ölüsünün de terk edilemeyeceğini, sürdürürdü belki.  Kayınvalidesi bir sabah, “Oğlum, git babanın mezarını iyice sula. Gece rüyamda bana etmediği laf kalmadı mezarına gitmiyorum diye. Gözünü seveyim oğlum, git sakinleştir onu!” dediğini duymamış olsa, belki.

Evine ulaştıran basamaklar daha alçak göründü gözüne. Balkona çıktı; daha yeşeren, çiçeklenen bahçeye baktı. Masanın üstündeki kaleme, küçük kâğıt parçalarına uzandı.

“Yalnız yaşa, herkes korkarken sen başar. Yiteceğini anlamadan mutlu olmak için helak olan insanlara inat, istikrarlı mutsuz ol.”

Bir son söz için bir kâğıt parçasını bekletti. Bir sabah şöyle yazmak için: “Gerçek dünyada değil, kurduğun dünyanın içinde yaşarsın.” Notlar düşecekti ertesi gün bu sözün ardına.

Sonra… hiç azalmayan bir göl, mavi su damlacıklarını saça saça derinlerden fırlayan bir balık, o siyah derinliğe dalan uzun boyunlu bir kuş çizdi. Havada soluk almaya çalışan balıkla, karanlık sularda kaybolan kuşa inat; kıpırtısız, köksüz, yeşilsiz nilüferler ekledi resme. – Tülay Güzeler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir