
Apartman dairem, bilmem kaç yıl önce inşa edilmiş, tek katlı, yan yana iki ayrı bölmeden oluşan, artık kimsenin yaşamadığı yıkık dökük evlerin arasında sıkışıp kalmış, eski bir ahşap binanın içinde yer alıyor. Birbirine yaslanmasalar çoktan çökmüş olacak üç eski barakayı gözünüzün önüne getirin; işte manzara tam da bu. Yaşam alanım, bir tatami [1] odası, tek gözlü bir ocakla yetinen minicik bir mutfak ve damlatan bir duş kabininden ibaret. Bir tane bile depolama alanı yok. Arka tarafta, çamaşır kurutmak için ayrılan daracık yer neredeyse tamamen klimayla kaplı ve arkamdaki evin duvarı üzerime doğru yaklaşıyormuş gibi hissettiriyor.
Ben taşındığımda yan dairede bir kadın yaşıyordu, ama emlakçı adını vermemişti; kapısındaki isimlik güneşte solmuş, boş ve sararmıştı. Onunla hiç muhabbetimiz olmadı. Tombulca bir kadındı; uzun ama bakımsız, dağınık saçları vardı, hep aynı kıyafetleri giyerdi. Yargılamak bana düşmez belki ama, düzenli bir hayatı olduğunu ya da temizliğe önem verdiğini söylemek zor. Onu ziyarete gelen de olmazdı. Onu her gördüğümde, kambur duruşunda hayata karşı kayıtsızlık mı vardı, bitkinlik mi, yoksa çoktan vazgeçmişlik mi, belki de hepsi birden, bunu ayırt edemesem de, o çökkün hâli bir şeyler fısıldardı bana.
Kendine özgü bir tiki vardı: Evden çıkarken kapısını kilitledikten sonra, bir türlü ikna olamaz, defalarca kapı kolunu sarsardı, kilitli olduğuna inanmakta zorlanırdı. Çıkan ses öyle şiddetliydi ki, ilk kez duyduğumda, alacaklı ve korkutucu birinin kapıya dayandığına yemin edebilirdim ama kapıdaki oydu. Her evden çıkışında kapıyı neredeyse menteşelerinden sökecek gibi çekiştirirdi; bu hoyratça çekişlerin sonucunda, onun kapısıyla benimkisi arasındaki duvarda belirgin çatlaklar oluşmuştu. Ama şunu söyleyeyim, onun ne hissettiğini anlıyor gibiydim. Gençliğimde, ellerimi o kadar sık yıkardım ki, sabun adeta avuçlarımın içinde eriyip giderdi.
Bazen aramızdaki duvara kulağımı dayardım.
Bazı günler arka planda bir televizyon sesi gelirdi kulağıma, ama insanın duymayı bekleyeceği başka hiçbir ses olmazdı. Odalarımız, emlakçıdan öğrendiğim kadarıyla, birbirinin aynadaki yansıması gibiydi; aramızda yalnızca ince bir duvar vardı. Ve bazen, örneğin bulaşıkları yıkarken, kendimi onun da o anda, duvarın öte tarafında, bana dönük ama görünmeden, aynı şeyi yapıp yapmadığını merak ederken bulurdum. Ve işte, hayatın kendi içine büküldüğü o zamanlarda, en yakınımdaki komşumun adını bile bilmediğim bir kadın olması gerçeği, zihnimi hep durup dururken sarsardı. Yarı zamanlı işimden eve dönerken, gözlerimi uzayıp giden o cansız gri yoldan kaldırıp, gün batımının alev alev ışığında yıkanan kırık dökük kapılarımızı gördüğüm olurdu; o an, yan yana yaşlanmış ve yalnız kalmış iki ikiz gibi olduğumuzu düşünürdüm, o ve ben. Kapılardan biri, artık daha fazlasına dayanamayarak sonunda alevlere teslim olduğunda, diğeri nasıl hayatta kalabilirdi? İçimde beliren bu duygular, bir şekilde dile gelmek, paylaşılmak istiyordu. Kendimi onun kapısını çalarken hayal ederdim, ama duygularımı yeterince ifade edememekten korkardım. Bu da bende, keşke sadece kapı tıklatmayla iletişim kurabilseydim diye bir istek uyandırırdı. Hayatın bir kez bile istediğim gibi gitmediğini ona söylemek isterdim. Bir tek şeyi bile tam anlamıyla doğru yapamadığımı anlatmak isterdim. Hayatımın anlamı olan o kişiyi elimden kayıp giderken tutamadığımı ona fısıldamak isterdim. Ve en çok da, içimden taşan bunca duygunun beni nasıl boğduğunu anlatmak isterdim. Keşke ona bunu bir şekilde hissettirebilseydim.
İlkbaharda, dünya dayanılmaz bir maviliğe bürünmeden önce iner gece. Yarı zamanlı işimden ayrıldığım gün, eve dönerken kafamda yaşım, bir sonraki bulacağım iş, ölmeden önce kazanmam gereken parayı düşünürken, kadını kapıların önünde dikilirken gördüm. Kapı kolunu her zamanki gibi hırpalamıyor oluşundan, onun da yeni geldiğini anladım. O zaman, dört yıldır orada yaşıyordum, ama aramızda bir duvar olmadan birbirimize bu kadar yaklaşmışlığımız olmamıştı. Sonra burnuma, uzun süredir yıkanmamış olabileceğini hissettiren bir koku ilişti. İçimi saran tedirginlikle başımı hafifçe eğip selam verdim. O da aynı şekilde başını eğdi. Göz göze geldiğimiz o iki saniye içinde, gözlerinin çevresindeki derinin koyulaşmış ve ıslak olduğunu fark ettim. Ne zaman yağmur yağmaya başlamıştı? Kafamın içi karmakarışıkken geçti bu düşünce aklımdan. Ama sonra gözlerimi göğe çevirdim. Yağmur yağmıyordu. Ağlayan oydu. Yağlı saçları kırışık alnına yapışmıştı, sarkmış yanaklarına sinmiş o kaygılı ifade ise hafızama kazındı. Kafamda kelimeler belirdi, ama onları dile getiremedim; bırak cümle kurmayı, tek bir sözcüğü bile söyleyemedim. Kendimi ne kadar berbat hissediyor olsam da gitmek zorundaydım; sanki biri dirseğiyle beni kenara itiyordu. Anahtarlarla beceriksizce uğraşarak kapımı bir şekilde açabildim ve içeri girdim. Birkaç saniye boyunca kapı gözünden dışarı baktım, ama onun hâlâ orada olup olmadığını anlayamadım.
O andan sonra rahatlamamın imkânı yoktu. Gece uzadıkça uzadı; ben de kulağımı defalarca o ince duvara yasladım. Ama ne bir ses işittim ne de öte yandan gelen en küçük bir varlık belirtisi hissettim. Biraz su içtim, futonun [2] üzerine uzanıp arada sırada televizyona göz attım. Kendimi oyalamak için boşuna çabalıyordum; İçimi kemiren huzursuzluk gitgide büyüyor, ağırlaşıyordu. Yine kulağımı duvara dayadım, ama hiçbir şey duyamadım. Neden ona bir şey söyleyemedim ki? Kadın ağlıyordu. En azından alışveriş poşetimdeki etli çöreklerden birini uzatabilirdim ona. Ağlıyordu. Karanlık bir düşünce zihnimi kapladı: Belki de onu son gören kişi ben olacaktım. Sonra annem geldi aklıma; Onu son kez gördüğüm an ve parmaklarım boğazıma gitti. Ama insanlar öylece yok olmaz ki, en azından böyle… İçinde tuttuğun o parçalardan geriye hiçbir şey kalmaması zaman alır; çok zaman. Yine de, onlar yavaş yavaş silinirken, sende başka şeyler büyümeye başlar; ve bir noktada, daha önce sahip olduğun her şey yok olur gider. Kulağımı duvardan çektim ve yumruğumu sıktım. Nabzım hızla atıyordu. Sonra derin bir nefes aldım, sakinleşmeye çalışarak; ve o an, iki daireyi ayıran kirli duvarda, gözlerimin önünde onun kapısı beliriverdi. Kapının tam ortasına yavaşça iki kez vurdum. Tak… tak… Sonra kısa bir duraksama. Ardından yine iki vuruş, bu kez biraz daha sert. Yine yanıt yoktu. Tıpkı önceki gibi.
Bunun üzerine futonumu duvara kadar sürükledim ve gece boyunca vurmaya devam ettim. Ne yaptığımın farkında bile değildim. ‘Aptal,’ dedim kendi kendime. ‘Şimdiye çoktan çekip gitmiştir bile; bir daha da asla dönmeyecek.’ Ve eğer hâlâ oradaysa bile, muhtemelen artık beni duyamıyordu. Ama ben vurmaya devam ettim; tak, tak. Bir an durup, sonra yine. Kim bilir ne kadar süre böyle devam ettim; sonunda uyuyakalmışım ve en garip rüyaları görmüşüm —tuhaf desenler, garip şekiller… Ve onların arasında bir yerlerde, vurmaya devam edecek zamanı da bulmuşum. Sonunda derin bir uykuya dalmış olmalıyım ki, sabahın ışığıyla uyandım. Kollarımı gerip yeniden vurdum kapıya, sanki rüyanın kaldığı yerden devam ediyormuşum gibi. Ama sonra, bir an içinde, bir ses duydum. Bir vurma sesi gelmişti. Yalnızca bir kez. Duvarın öte yanından. Doğruldum, gözlerimi kırpıştırarak oturdum ve kulağımı duvara dayadım. Duyduğuma emindim; evet, bir vuruş sesi işitmiştim. Ne demek istediğinden emin olamadım. ‘Hey, bu çok sinir bozucu’ mu diyordu, yoksa ‘Hey, seni anlıyorum’, ya da ‘Hey, teşekkür ederim’, belki de ‘Hey, lütfen artık dur’… Belki hepsi birden, belki de bambaşka bir şeydi. Ama bildiğim tek şey, o vuruşun ona ait olduğuydu. Bundan tüm kalbimle emindim.
Ciğerlerimdeki tüm havayı boşaltarak yorganı başımın üzerine çektim ama sabah olmuştu. Kalkma vaktiydi. Sonra hatırladım: Artık bir işim yoktu. Yine de, garip bir şekilde, korkmuyordum. Yüzüm yastığa gömülü, gözlerimi bir kez daha kapattım.
Mieko Kawakami – Çeviren: Hatice Kurun
[1] Çn. Geleneksel Japon tarzı odalarda zemin malzemesi olarak kullanılan bir minder türü.
[2] Çn. Geleneksel Japon yatak takımı.