İçeriğe geç

“Ben Refik miyim” – Cüneyt Uzunlar – Öykü

Savaş Çekiç

yirmi birinci yüzyıl’ın ilk yılları. her tarihi yarımada ziyaretinde aynı hadiseyi, gözlerden uzak kuytu bir köşede dövdüğü akranından herkesin ortasında nasıl dayak yediğini hatırlıyordu refik… dalgın bakışlarını kaldırıp kocaman, upuzun çınarların tepesine dikti. balıkçılların orda ne işi vardı… bir apartmanın girişinde mermer basamakların üzerinde patakladığı oğlan, arsada bütün arkadaşlarının gözü önünde belinden yakalayıp onu yere nasıl savurmuştu. hatıranın görüntüleri bulanık ama hissi apaçıktı. içindeki peltek çocuğun cümleleri kopuk kopuktu ama duygusu açık, apaçıktı. çetesiz kalmıştı… sık sık unutuyordu nerde olduğunu. burası gülhane parkı değil miydi… herkesin gözünün önünde dayak yemişti, bu gerçekti. gözlerden uzak bir yerde aynı oğlanı evire çevire dövmüştü, bu da gerçekti. fakat hangi gerçek daha gerçekti… balıkçılları neden sadece burada, kırk elli metre yukarda, çınarların tepelerinde görebiliyordu. her tarihi yarımada ziyaretinde kendisine musallat olan bu hatırada neden hep aynı mağlubiyet hissi ağır basıyordu. belki de şöyle sormalıydı, herkesin gözü önünde oğlanı evire çevire dövse, kuytuda dayak yese kendini galip hissedecek miydi. sorusunu yanıtlasa, yanıtlayabilse bile cevap, duyduğu his kadar hakiki olabilecek miydi. istanbul surlarının, kubbelerinin, minarelerinin, çan kulelerinin, revakları, avluları, geçitleri, kapıları, arnavut kaldırımlarının yarıklarından, aralıklarından, çatlaklarından sürekli, rutubetli kokusu geliyordu mağlubiyet hissinin. biz fethetmemiştik de belki bizi istanbul fethetmişti. ne dersin refik, roma’yı yıkarken biraz da yıkılan, postsuz nefirsiz bırakılan bizler miydik. ne yaptın be moruk! karışıktı zaten, çarşı iyice karıştı.

bizans kalıntıları gibi yıkık dökük dimağında bulanık görüntüler parladı; çocukluğunun peltek diliyle kopuk kopuk cümleler kuruldu gene. her gün kafasına yumruklar inen, başkalarının kafasına yumruklar indiren, sırtı yere gelmez bir erkek olmaya pek hevesli ah güzel evladım benim, arada böyle gülhane parkı’na gelir; kafeslerdeki uyuşuk -çünkü aslında gözlerden uzakken mağrur fakat işte öyle bakışlara hapsedilince mahsun- kendisi olmayan, olamayan hayvanları seyrederdi… oysa başımı kaldırıp bakınca, balıkçıllar ne güzel, ne mutlu görünüyor, dışları içlerine ne yakışıyor… o zamanların bütün fotoğrafları gibi bu park da siyah beyazdı. ben böyle dolaşırken neden hep aynı yerlerden geçiyor, daima çocukluğumun adımlarını takip ediyorum. geçmişle bugün, hayalle gerçek sürekli birbirine karışıyor. her an bir köşeden bir ruh ikizim fırlayıp karşıma çıkacakmış gibi dikkatle ilerliyorum. hep tetikteyim. bir yandan da hafızamın bakkal defterindeki eski istanbul’u, a! çok güzel ya, sanki başka bir dile benziyor dedikleri el yazımla temize çekiyorum. gene nerdeyim ben. yenikapı’ya doğru mu yürüyorum. çocukken açığa demirlemiş şileplerde nasıl bir yaşam sürüldüğünü merak ederdim. eski siyah beyaz filmlerdeki denizciler gibi hamakta mı yatıyorlardı mesela. kayıkla açılıp suya çapari sallamak, şileplere yaklaşmanın bahanesiydi sadece. kızların oyuncaklarını alıp vermeyişim de haydutluktan değildi zaten. onların üstüme gelmesini, bana dokunmalarını sağlamak içindi. niyetimi onlar da bilirdi ya, bile bile uzanırlardı kaçırdığım ellerime, oyuncaklarını almak ister gibi uzanır, dolarlardı kollarını belime.

refik dış denize sırtını verip tepenin ardındaki iç denize yüzünü dönerek yürüdü. ufi vardı eskiden, şimdi yok. artık olmayan, türkiye’nin o ilk avm’sinin önünden geçiyorum. sonra mermerleri dantel gibi işlenmiş valide sultan camii’nin, pertevniyal lisesi’nin, oruçgazi ortaokulu’nun önünden. simit yiyorum. kuru biraz. içindeki bisikletçileri, oyuncakçıları hep sevdim ama haşim işçan geçidi’ni hiç sevemedim, o yüzden gene üstünden geçiyorum. dönüyorum soluma. sofular’ı es geçiyorum. fatih işkembecisi. kıztaşı. ekmek ne zaman çı… çı… çıkar abi. fırından yeni çıkmış ekmek alıp tereyağı atardık içine. fatih camii önünden çarşamba’ya yürüyorum. ordan aşağı renk sineması. dünyayı kurtaran adam afişleri. balığı öldüren helva, sade. dön geri. keşkül, dondurma. halk kütüphanesi. idrar kokusu. inci mağazası. topukları soyan mokasenler. su kemerleri, su kemerleri. ilk tırmanış denemelerim. şehzadebaşı camii’nin avlusunda kumru olmak isterdim. geçmişte de bugün de eski şehrin ortasında huzur ve sükunet sözcüklerinin cisimleştiği tek yer. belediyenin havuzu, içinde iribaşlar. elimi ağzılarına sokmaktan korktuğum aslan heykelleri. sonra kalenderhane camii. sanki benim evvelim, içim; fîhi mâ fih, içimin içi. sanki maveraünnehir’den kalkmış, yürümüş yürümüş tâ buraya gelmişim. buradan da sürülmüşüm filibe’ye. şükran hala anlatırdı, annesinin karnındayken, annesi ağzını açmış da fırını, fırında ekmek yapanları görmüşmüş. sanki babanem filibe’de ağzını açmış da babam hisarkapı’yı görmüş, onun görüsü bana öyle geçmiş olabilir mi. çünkü neden her seferinde ben bu kapıların önünde kalakalıyorum böyle. filibe’nin kapılarına ne çok benziyor eğrikapı, yanıkkapı, cibali kapısı… geçmişle bugün, hayalle gerçek, öteyle beri birbirine karışıyor. burgaz, kumburgaz, burgazada…

tüm bu kallavi, kudretli eserlerin yarıklarından, aralıklarından, çatlaklarından ağır bir sefalet akıyor; yaralı sakat insanlar, tekmelenmiş hayvanlar, perişan bir nebatat; hep ama hep yumruk yumruğa bir dövüş ve hep bir ağır mağlubiyet hissi sızıyor. yerli ve yabancı turistler, bacasız sanayinin enayileri. sadece satıhtakini, gördüklerini bilebilenler. buna da görmek, bilmek diyenler. burada bu şehirde, bizans’tan bu yana, uranyum nasıl saflaştırılıyorsa yumruklar sürekli öyle saflaştırılıyor. benim kalenderî atalarım niye yürümüş olabilirler ki onca yolu hem mızrak başlı, hem baltalı o ayayça asalar, o teberler, öbür ellerinde de sümbülteberlerle. hiddetle hikmet birbirine karışıyor. hem çekiyor hem itiyor beni buralar. koşar adım sirkeci’ye iniyor, köprüyü geçiyor, dünyanın en kısa metrosuyla tünel’e tırmanıyor, cadde-i kebir’e, eski frenkçe adıyla grande rue de pera’ya çıkıyorum. sabah saatleri, ortalık tenha. mis!.. fakat daha galatasaray’a gelmeden bir kalabalık toplanmış bir pasajın girişinde. bağırışlar çığırışlar, küfürler uçuşuyor havada. yaklaşıyorum. bir seksen boylarında, yüz-yüz yirmi kilo arası genç irisi bir adam, bir altmış boyunda bir ihtiyarı dövüyor. herkes sadece bakıyor. demek ki herkes, hep birlikte bir altmış boyundaki ihtiyarı, kamuoyuyla dövüyor. memleketim insanı şöyle iyidir böyle iyidir, bir türk dünyaya bedeldir… bir sürü olumlu veciz söz geçirerek içimden, savuşturmaya çalışıyorum tanıklığımı. olmuyor! genç irisi yumruklarıyla, seyircileri kayıtsız bakışlarıyla dövüyorlar ihtiyarı. arkasından yaklaşıyor, sağ elimi failin sağ omzuna koyuyorum. elimi fark etmiyor. iyice kavrayıp, nerdeyse tırnaklarımı geçirerek var gücümle sıkıyorum omzunu. nihayet fark edip, bir hışımla dönüyor. açıkça görüyorum, suratında öfke ve korku iç içe. öyle sakin, öyle müşfik bakıyor olmalıyım ki adam şaşırıyor. yapma diyorum yakışmıyor sana. adam iyice şaşırıyor. burun delikleri, yumrukları kapanıp açılıyor. sakinleşemiyor ama uzlaşıyor ki benle, sessizce uzaklaşıyor. seyirciler hayal kırıklığıyla kalakalıyor. dayak yiyen ihtiyar, hınçla kendini pataklayana, aslında herkese, tüm kamuoyuna gel hele gel diye bağırıyor, senin ananı avradını s…cem!!! uzaktaki durup bakıyor. yüzümü değmez bu dünyanın varına kabilinden yamultup git git işareti çekiyorum, sanırım gene sakince, ki gidiyor.

refik’in içi, içinin içi peltek, kopuk kopuk cümleler kurmaya devam ediyor. böyle vukuatlara alışıklığım bağışıklığım nerden geliyor acaba. muhallebicinin camındaki yansımama bakıyorum. bu da kim. ben, ben dediğim şeyin ne olduğunu nasıl, nerden biliyorum. ben refik miyim. gene de bir kedi kadar olsun kendimin farkına varamadığımın; bir köpekten daha çok tutkuya ve nefrete tutsak oluşumun farkına varabildiğim için avunabilir, kendimi alkışlayabilirim. ben kendimi aslında bana bakışlardan, seslenişlerden, başımın okşanışlarından, bağra basılışlarımdan, davet edilişlerimden, kovuluşlarımdan, önüme yemeğin nasıl konulduğundan, çay bardağının bana nasıl uzatıldığından biliyorum. hepsi bu. hepsi, bu… beyoğlu’na savcı geldi diyorlar. çoktandır buraya pera denmiyor. iyi bir savcıymış, haktan adaletten yanaymış. işkenceye toleransı yokmuş. gözaltı süresinin bir günü geçmemesine özellikle dikkat ediyormuş. bugünleri de mi görecektik. peki az önce olan neydi. ihtiyara atılan yumrukların cezası kime kesilecek. yürüyorum. yürümek, bir yerden, bir olaydan, bir andan, bir halden bir diğerine geçmek demek. ne şahane bişiy yürümek. takıntılardan âzad ediyor, baş edemeyeceğin sorunların ağırlığını hafifletiyor. fakat hiçbir halde ve durumda o muhayyel yumruklaşmalar, o bir yanma olarak kendini duyuran ağır mağlubiyet hissi göğsümdem, karnımdan, kasıklarımdan çıkmıyor. caddeden bezip sokaklara dalıyorum. bir vukuat daha göresim yok. oh! ara sokaklar iyicene ıssız, kimsecikler yok. sadece hepimize insanlık dersi veren kediler, başöğretmenlerimiz.

refik’in bacakları sızlıyor, gövdesi, kolları elleri pamuk gibi. şimdi sanki bakışları hafif yamuk gibi. yürüdüğüm tenha sokağın bittiği noktada, arnavut kaldırımının üzerinde uzun, ince fakat yapılı bir adam yüzükoyun yatıyor. tepesinde dört izbandut. bir tanesi köseleyi yerdekinin yüzüne yapıştırmış, diğeri adamın bileklerini arkadan birbirine bağlamış dizini beline bastırıyor; ayaktakiler de küfür kâfir mokasenlerin sivri uçlarıyla tekmeliyor. telsiz cızırtıları, bir görünüp bir kaybolan bellerdeki tabancalar. pencerelerden sarkmış bedenler, tüllerin perdelerin arasından bakan gözler, dükkânının önüne dökülmüş esnaf. yerdeki torbacı mıdır, tarlabaşılı bir bitirim midir, yoksa hacıhüsrevli midir, öyle bir tipi var zira, hırıltıdan başka bir ses çıkaramıyor. gerisin geri döneyim diyorum bugünkü istihkakım doldu. bacaklarım kafamı dinlemiyor. hadiseye temkinli yaklaşıyorum ama adımlarım nasılsa kendilerinden gayet emin, taşları çınlatarak ilerliyorlar. bu bacaklar benim mi. bu bacaklar refik’in mi. ben refik miyim. bu vakarlı ve kararlı yürüyüşe aklım ermiyor. olay mahalline girer girmez, bacaklarımın rolünü ağzım dilim, cümle uzvum devralıyor. açılın diyorum sivillere. sağolsunlar ikiletmiyorlar. insanlar üzerinde bazen nasıl bu kadar tesirli olabildiğime hayret ediyorum. yıllar önce bileti tükenen bir gösteriye, aynen bu şekilde, sadece kapıdaki görevliye selam vererek girmiştim.

eğilip yerde yatanı kaldırırken, son derece kendimden eminim, hadi bakalım diyorum hep birlikte karakola gidiyoruz, oradan da dosdoğru savcılığa. siviller daha da geri çekiliyor. bu işten de sıyrıldım diye düşünüyorum. bu işten nasıl sıyrıldım diye düşünüyorum. hâlâ hayattayım, elim kolum bacağım her şeyim yerli yerinde, şükür. herkesin ortasında ezilip ufalanışı, yediği onca dayak, içindeki o ağır, o siyah beyaz mağlubiyet hissi, o tutkulu nefret; kuşattığı ama bir türlü yenemediği o içindeki siyah beyaz istanbul, bitirimi muhayyel bir fatihe dönüştürüyor. beyaz atını şaha kaldırıp, uzun eğri kılıcını çekiyor da sanki patlak dudaklarıyla saydırmaya başlıyor. sizin diyor ananızı avradınızı bacınızı kızınızı,,, mezardaki babanızı… hop! geri çekiliyorum. bu bitirimin susmayacağının, asla susturulamayacağının gayet farkında olarak geri adım atıyor, bir bakıma emaneti sahiplerine iade ediyorum. ayaklarım, ellerim buna itiraz ediyor. bırakma, gitme diyorlar; adamı polislerin elinden çekip almak istiyorlar. hayır diyorum iç-dış tüm uzuvlarıma, hayır! o kadar da uzun boylu değil! bir trans hanım, pencerenin pervazına memelerini yaslamış ayarlı ölçülü ve oldukça pes bir tonda diyor ki, aaa terbiyesize bak, polisle nasıl konuşuyor ayol. trans hanıma bakıyorum, hiç ama hiçbir hissin izi yok yüzünde; söylenmesi gerekeni söylemiş olmanın serinliği sadece. herkes sadece serin bakıyor. refik içindeki çocuğun peltekliğinin, çatapata yan yana diziliveren kopuk cümlelerin hızının önüne geçemiyor. ah! diyor ah! herkesin ortasında, bakışlar altında gene yenildim, gene çok şahane yenildim! korkağın, alçağın, zavallının biriyim. dövüşeceğime, cenk edeceğime geri çekildim. sadece muharebeyi değil harbi de kaybettim. ben gene kendi ellerimle düşmana teslim edildim. bir kere daha istanbul, o en eski nâmıyla stanpoli beni esir aldı; ben gene mağlup oldum. ben, ben refik. – cüneyt uzunlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir