
Evren Erol
Tavuk kümesinden domuz ağılına, oradan da füme odasına doğru seke seke giden Myop hiçbir günün bu yaşadıkları kadar güzel olmadığını hissediyordu. Havada burnunu kamaştıran keskin bir şeyler vardı. Mısır, pamuk, fıstık ve kabak hasadı, her bir günü çenesinden yukarıya doğru minik titreşimlere neden olan altın sarısı bir şaşkınlığa çeviriyordu.
Myop, beraberinde kısa, budaklı bir sopa taşıyordu. Rasgele hoşuna giden tavuklara doğru hamle yapıyor, domuz ağılının etrafındaki çite vurarak bir şarkının ritmini çalıyordu. Ilık güneşin altında kendini hafif ve iyi hissediyordu. On yaşındaydı ve hayatında şarkısından, koyu kahverengi ellerindeki sopadan ve eşlik ettiği lay-la-la-la-la’dan başka hiçbir şey yoktu.
Myop, ailesinin yaşadığı çiftçi kulübesinin pas rengi tahtalarına sırtını verip çit boyunca yürüdü, ta ki kaynak suyunun yarattığı nehre varana dek. Ailesinin içme suyunu sağlayan o kaynağın çevresinde beşparmakotları ve kır çiçekleri biterdi. Sığ kıyılarında domuzlar eşelenirdi. Myop toprağın o ince kara tortusunu bölen minik beyaz baloncukları, akıntı boyunca sessizce yükselip süzülen suyu seyrederdi.
Evin arkasında uzanan ormanı defalarca keşfe çıkmıştı. Güzün ilerleyen günlerinde annesi sık sık onu alır, yere düşmüş yaprakların arasında fındık toplamaya götürürdü. Bugün kız yola tek başına çıkmıştı, bir o yana bir bu yana sıçrıyor, bir yandan da hafiften yılanları kolluyordu. Sıradan ama güzel bir sürü eğrelti otu ve yaprakların yanı sıra, kadifemsi çıkıntıları olan garip mavi çiçeklerden kucak dolusu bir demet ve kahverengi, hoş kokulu tomurcuklarla dolu tatlı sabun çalısı bulmuştu.
Saat on ikiye vardığında kolları bulduğu ganimetlerle dolu şekilde evden bir buçuk kilometre kadar uzaktaydı. Daha önce de sık sık bu kadar uzaklaştığı olmuştu, fakat arazinin yabanıllığı burayı her zaman uğradığı yerler kadar hoş kılmıyordu. Kendini içinde bulduğu ufak koyak pek kasvetliydi. Havası nemli, sessizliği sıkıntılı ve derindi.
Myop eve, sabahın huzurlu sessizliğine doğru dönmek üzere yola koyuldu. Tam o sırada adamın gözlerini görmesiyle olduğu yere çakıldı kaldı. Kızın topuğu, alın ve burnun arasındaki çıkıntılı kırığa takılmıştı. Kendini kurtarmak için korkusuzca yere doğru eğiliverdi. Uzanmasıyla adamın arsız sırıtışını fark etti, küçük bir şaşkınlık çığlığı koptu boğazından.
Uzun bir adamdı bir zamanlar. Baştan ayağa epey bir yer kaplıyordu. Başı, bedeninin yanı başındaydı. Myop, üzerinden kuru yaprakları, toprak ve çer çöpü süpürdüğünde hepsi de ya kırılmış ya çatlamış koca beyaz dişleri, uzun parmakları, çok iri kemikleri olduğunu gördü. Tulumundan arta kalan kimi mavi kot kumaşı parçaları dışında tüm kıyafetleri çürüyüp gitmişti. Tulumun tokaları yeşile dönmüştü.
Myop etrafa ilgiyle bakındı. Başın üzerine bastığı yerin çok yakınında pembe bir yaban gülü bitmişti. Onu da demetine katmak için koparırken gülün etrafını saran bir tümsek olduğunu fark etti. Bu, artık toprağa kendini sorgusuz sualsiz bırakmış, çürümüş bir kementten arta kalanlar, parçalanmış bir saban halatıydı. Alabildiğine göğe yükselmiş ulu bir meşe ağacının sarkan dallarından birinde bir başka parça daha asılıydı. Aşınmış, çürümüş, ağarmış, bitap düşmüş – yok oldu olacak vaziyette, fakat esintiyle huzursuzca bükülüp dönen. Myop çiçeklerini yere bıraktı.
Yaz artık geride kalmıştı.