
Göremedim ama –daha önce buraya gelmiştim biliyorum– şu meydanın arkasında bir yerde deniz var. Yosunlu su kokusu, midye kokusu aklımda. Hava yine olağan dışı. Renkler puslu, bulutlu ve soğuk ama esinti, tenime sıcak sıcak üflüyor. Olmayan güneşte ısınıyor kemiklerim. Beynim algılamakta güçlük çekmiyor. Dedim ya, daha önce geldim buraya.
Şu karşıda dükkânlar var. Birini biliyorum daha önce girmiştim. Orta yerde kaplar var. İçleri yiyecek dolu. Mezeler, turşular, sulu yemekler. Hemen yanında ayaklı bir aksesuvar standı. Tokalar, yüzükler, bilezik, kolyeler, saç bantları var. Her şey var bu dükkânda. Kasap, bakkal, market, şarküteri, hırdavatçı, tuhafiye her şey bu dükkân. Hepsi aynı yerde, aynı şekilde. Ben kaçıyorum yine, aynı şekilde.
Koşuyorum. Sokakların birinden girip diğerinden çıkıyorum. Öyle hızlıyım ki duvarlar, çukurlar, tel örgüler hızımı kesemiyor. İçim telaşlı. Ya çıkmaz sokağa girersem! İşte o zaman yakalarlar beni.
Bitişik apartmanlar boyunca koşuyorum upuzun sokakta. Solda bir apartman girişi vardı. Biliyorum. Mavi, ağır demir kapısı kapalıydı, ama o girintiye saklanıp kurtulmuştum bir kez. Kapıyı yokluyorum kapalı. Hatırladığım gibi değil. Bu kez girinti çok dar. Sırtımı oymalı demir kapıya yaslıyorum; yüzüm sokağa dönük. Yok olmaz. Gizlenemem böyle. Yola atsam kendimi tekrar öyle yakınlar ki ayak seslerini duyarım birazdan. Yok böyle gizlenemem.
Solda ziller var, basıyorum birkaç tanesine. Boğuk, metalik bir ses ardından kapı açılıyor. İçerideyim. Yukarı mı çıksam yoksa aşağıya inip şaşırtsam mı? Yukarı. Birer birer katları çıkıyorum. Evlerden birinden bir kadın sesi geliyor. Kapı açık, görünürlerde kimse yok. Ses içerideki odada. Giriyorum, geniş bir hol. Karanlık, eski, izbe. Yerler mozaik taş. Küçük bir kilim var ortada. Ayakkabılar atılmış kapının arkasına; üst üste yığın. Yağlı bir yemek kokusu var, lezzetsiz. İki oda var açılan hole. En karanlık olanına giriyorum. Yatak, yorgan, eşya dolu daracık uzun bir oda. Balkon kapısı var. Hem de açık. Balkona çıkıp demirlere tutunarak inebilirim aşağı. Daha önce çok indim, yapabilirim. Derken, kadın giriveriyor içeri. Tombul, kırmızı terli yanaklı, sevimsiz bir kadın. Hırsıza benzemiyorum diyorum. Hemen korkup bağırmasa bari, yakalayacaklar beni. “Ne işin var burada?” derken dik dik bakıyor. Hoşgörünün, anlayışın zerresi yok o çirkin suratta. Hissediyorum, peşimdekiler kapının önünde. Kapı kapalı mıydı ki? Bilmiyorum. Derdimi anlatsam mı kadına? Hızla dönüyorum balkona, ‘atla’ diyorum, usulca bırakıyorum kendimi.
Bastığım serin taş, halı misali yumuşuyor bir anda. Ayaklarıma bakıyorum. Bir bahçedeyim. Taze kesilmiş çimen kokusuna, sohbet eden insanların sesi karışıyor. Dönüp merakla bakıyorum, burası benim evim. Her nasılsa benim olduğunu bildiğim ama daha önce hiç görmediğim bir ev. Alışkınım, daha önce çok evim oldu böyle, yeni keşfettiğim.
Ağaçlarla çevrelenmiş bahçe içinde, tek katlı dikdörtgen bir ev. Eve doğru yürüyorum, taş girişe sıralanmış büyük saksılardan fışkıran begonyalara dokunuyorum. Sardunyalar, yıldız çiçekleri, petunyalar ve rengârenk ortancalar tam da benim zevkim.
Dışarıda, gökyüzünde, hızla yaklaşan bir şey var. Gölgesi yavaşça eve süzülüyor. Grilik önce bahçeyi sonra camlar ve ardından ayaklarımı geçip halıya doğru ilerlerken, cam kapıya yöneliyorum. Anlamaya çalışıyorum, “Göktaşı,” diyorum, “hem de çok büyük.”
Şimdi herkes, benim gibi gökyüzüne bakıyordur, diyorum. Göktaşı atmosfere girip çapraz bir eğimle, yanarak hızla düşüyor. Kapının kanadına sıkıca tutunup dikkatle taşa bakıyorum. Beklediğim kadar büyük değil sanki. Yandıkça küçülüyor, küçüldükçe yaklaşıyor, yaklaştıkça sönüyor.
Şimdi koca bir kar tanesi şeklinde. Hani şu asla birbiri ile aynı olmayan ama hep aynı şekilde çizdiğimiz. Devasa kar tanesi, eriyip küçülerek yaklaşıyor, yaklaşıyor ve yere ayaklarımın ucuna düşerken, önce ipek kozası, sonra kundakta sadece yüzü görünen bir bebek oluyor. Görür görmez, “Geleceğini biliyordum,” diyorum. İçimde bir yerlerde aslında bir çocuk istemediğime çok eminim. Neden böyle söyledim? Dedim ya ben henüz görmesem de hep bilirdim. Şimdi bu şeyler tanıdık gelmiyor. Şaşkınlık, korku, heyecan, sevgi, üzüntü hissedilebilecek ne varsa hepsi birden, başka bir yöne çekiştiriyor beni. Hareketsiz bekliyorum. Hiç konuşmaz, kıpırdamazsam, yine bildiğim bir şeyler olur diyorum. Derken, yabancı bir el, omuzuma dokunuyor. Başımı hafif oynatıyorum görebilmek için, “Kimsin sen?” – Açelya Duran