
Hakan İşcen
Hakan İşcen’le Yitik Ülke Dergi için konuştuk.
Söyleşi: Kadir Aydemir
*
-Kitaplarınızın aklınıza doğuş hikâyelerini ve gerçeğe dönüşme yolculuğunu bizimle paylaşır mısınız?
Roman-Öykü-Şiir bağlamında değişik türlerde yazan biri olarak, her kitabın bendeki dürtüsü, yaratıcı kaynağı farklı gelişti. Bazısı yaşadığım veya topluca yaşadığımız bir olayla, bazısı sadece okuduğum veya birisinin dudaklarından dökülen bir sözle, bazısı da sevdiğim bir insanı kaybetmekle. Ama tüm bu başlangıçların düşünce olarak zihnimde somutlaşmasından sonra, hemen hemen bütün kitaplar aynı ortak süreci yaşadılar. Sanırım sinematografik bir zihnim var. Veya yazan çoğu insan için böyle, bilmiyorum. Ve bu imgesel kareler düşünceden çok, duyguyla gelişiyor ve netleşiyor. Bunda şiir yazmamın da etkisi olabilir. Yazacağım her neyse, önce zihnimde şekilleniyor; sanki bir film karesi. O kıvama eriştikten sonra, gerisi sadece emek ve sabır işçiliği. Önce kaba inşaat; defter, kalemle. Sonra ince işçilik, ekran ve klavye ile.
-Şimdi kitaplarınıza bakınca ne düşünüyor, ne hissediyorsunuz? Sizdeki karşılıkları nelerdir?
Bendeki karşılığından çok okuyanın zihnindeki karşılığı benim için daha önemli. Metne adalet ancak böyle gelir. Yazar, okuyanın imgelemine de, kişisel çağrışımlarına da alan bırakmalı. Ben Eco’nun imlediği gibi, bir örnek okur peşinde hiç olmadım. Özgür olmak için yazıyorsam, bu hakkı neden yazdıklarımı okuyandan esirgeyeyim? Bunun dışında, yazdığım hiçbir kitapla aramda duygusal bir bağ yok, onu yazdıran insanlarla ve olaylarla var. Mesela “Yeraltından Şiirler”i ölen kardeşim için yazdım. Yasımın prizmasından ölümü sorguladım. Yazmanın iyileştirici gücünü iliklerime kadar hissettiğim özel bir deneyimdi. Konusu, itkisi ne olursa olsun, bu sorgulamalar ölünceye kadar sürecek bir diyalektik. En klişe ifadesiyle “Dünya Görüşümüz” dediğimiz şey bu zaten. Varolmanın dayanılır ağırlığı.
-Bir daktilonuz, dolmakaleminiz ve defterleriniz var mı? Bunları hiç kullandınız mı-hâlâ kullanıyor musunuz?
Bir tane daktilom var; herhalde koyduğum yerde paslanmak üzere. Ama atamıyorum. Bir cümle yazmak için karşısında dakikalarca oturduğun bir sırdaştan ayrılmak kolay değil. Bir tane dolma kalemim var; ben aslında ince uçlu kalemleri seviyordum ama yakın zamanda özel biri hediye etti, şimdi sadece onu severek kullanıyorum. Defter mi? İrili ufaklı binlerce. Bazen okuyacak bir şey bulamazsam, açar onları okurum. En sararmış olanlarından başlayarak. Gün yüzüne çıkan sözcüklerin belki de yüz misli o defterlerde. Ama öyle de olmalı zaten. Yazdıklarımızın kıymetini dışarda bırakmayı başarabildiğimiz sözcükler belirler.
-Çalışma stilinizi bize anlatır mısınız? Nasıl ve ne zaman yazıyorsunuz, neyle yazıyorsunuz? Beslenme kaynaklarınızı merak ediyorum…
Bence yazmanın iki temel kaynağı var. Okumak ve Yaşamak. Bol bol okuyorum ve dünyevi mecburiyetler el verdiği ölçüde de yaşamaya çalışıyorum. Yaşamak, ama Ataol Ustanın dediği gibi, insan kalarak yaşamak, bugünkü koşullarda gerçekten de bir görev artık. Veya başlı başına bir isyan… Beslenme kaynağı?.. Sevgili Kadir, beslenme kaynağı olarak burada bahsettiğin metabolizmik bir aksiyon olsaydı, bu memleket, yazarına, şairine öyle zengin ve acılı malzemeler sunuyor ki, yaşadığımız şu topraklarda hepimiz obez yaratıklar olarak dolaşırdık.
Tabii zorunlu olarak kapalı bir yerde değilsek.
-Şu saçma yanılsama çağında ve dijital ortamda, okumaya-yazmaya gerçekten de odaklanabiliyor musunuz? Cevap evetse bunu nasıl başarıyorsunuz?
Bu soruyu şöyle de sorabilirdin; nefes alıp vermeye nasıl odaklanabiliyorsun? İnan, bunun için çok çaba sarf etmiyorum. Önemli olan, tekno-kapitalist algoritmaların tuzaklarına düşmeden ve elimizden bırakmadığımız selfi küresinden başımızı kaldırarak, diğer duyularımızla, düşünsel ve işitsel yanımızla da dünyayı algılamak. Yankı odalarından çıkıp binbir renkli doğaya ve binbir sesli sokağa kendini atmak. Homo Deus’lar yerine, insanın doğanın uçucu bir zerresi olduğunun bilincinde olan, ama bunun yanında, sokaklarda ateşe su taşıyan karınca gibi, tarafını belli etme çabasından ödün vermeyen o güzelim insanlarla iletişim kurmak. Gerisi geliyor zaten.
-Yazma disiplininizi neye borçlusunuz?
Yazma ve Disiplin. Bence oksimoron bir ikili. Yazmak, özgürlük ise, disiplinle yan yana gelmemeli. Yazmak, benim için özgürleşmenin mastır tezi. Özgürleşmek de, bu gezegende başta savaş ve şiddet olmak üzere, ancak bütün dayatmacı disiplinlere karşı gelmekle sağlanabiliyor. Kadim bir kavga bu. Ama aynı zamanda bu sorunun en kök yanıtı. Özellikle yaşadığımız şu günler beni fazlasıyla disipline ediyor; benim bir şey yapmama gerek yok.
-En sevdiğiniz yazarlar ve kitaplar, hatta başucu kitapları nelerdir?
Issız adaya giderken mi? 🙂
Başucu nitelemesi çok doğru. Gerçekten de başucumdaki komodinde en az 8-10 kitap durur. Aynı süreçte 2-3 kitap okurum çünkü. Kitap ismi vermeye gerek yok. Edebiyatımız, dili, biçemi, türü ne olursa olsun, üç ana kolon üzerinde yükseliyor; ki üç ayak, form olarak en sağlam duruştur aslında. Hepimizin bildiği gibi, Nazım, Yaşar Kemal ve Sait Faik.
Bu tür sorular karşısındaki genel tavrın aksine, ben yazar ve şairlerimi cinsiyetçilik yaparak, yerli, kadın ve yaşayanlardan vereceğim: Yazar olarak, Latife Tekin, Buket Uzuner, Ayfer Tunç, Aslı Erdoğan, Figen Şakacı, Mine Söğüt, Şebnem İşigüzel, Nermin Yıldırım.
Şair olarak, Betül Tarıman, Nilay Özer, Birhan Keskin, Betül Dünder, Gonca Özmen, Dilek Değerli. Unuttuklarım beni bağışlasın.
-En sevdiğiniz yönetmenler ve filmler hangileri?
Şunları söylemezsem, yedinci sanatın tanrıları çarpar beni: Bergman, Godard, Truffaut, Spielberg. Ama bu sayacaklarımın da bende ayrı yeri var: Angelopoulos, Tarkovski, Trier, Almodovar, Kieslowski.
Unutamadığım bazı filimler ise; Zamanın Tozu, Ağlayan Çayır, Konuş Onunla, Üç Renk: Mavi-Beyaz-Kırmızı, Dogville, Güneş İmparatorluğu, Dövüş Kulübü, İz Sürücü (Stalker), Ucuz Roman (Pulp Fiction), Forest Gump, Rezervuar Köpekleri, Matrix, Olağan Şüpheliler, Hayat Güzeldir, Taksi Şöförü, Alien… Say say bitmez ki; bunlar ilk aklıma gelenler.
En çok seyrettiğim film ise, Hair olmalı. Abartmıyorum, on kez olmuştur.
Yerli yönetmenler; Tabii ki Nuri Bilge, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Ümit Ünal, Reha Erdem, Emin Alper, Çağan Irmak.
Filim olarak, Kurak Günler, Kosmos, Hayat var, Bir Zamanlar Anadolu’da, Ahlat Ağacı, Aşk Büyü vs, Nar, Bulantı, Yeraltı, Pandora’nın Kutusu, Eşkıya, Uçurtmayı Vurmasınlar…
-Bugüne kadar okuyamadığınız ama hep okumak istediğiniz kitap-kitaplar hangileri? Aynı soruyu filmler için de sormuş olayım…
O kadar çok ki. Kadıkale’deki kütüphanemdeki kitapların en az yarısının daha kapağını açmadım. Ömrüm yetecek mi bilmiyorum. Çünkü okudukça yenileri ekleniyor. Ve ben maalesef hızlı okuyamıyorum; yazarak çizerek, hatta kenarına veya defterlerime not alarak. Meslek hastalığı… 🙂 Bazen, Bodrum’da, kapkara, fırtına bulutlarıyla kaplı bir sabaha uyandığımda çok seviniyorum; işte dört dörtlük bir okuma günü diye. Çarşıya, pazara gittiğimde, evde okumakta olduğum bir kitabın bekliyor olması, beni her zaman heyecanlandırır. Zaten Kadıkale benim okuma ve yazma sığınağım. Pür huzur bulduğum yegâne yer. Tabii Ferzan Özpetek filmlerini andıran dost masalarından başka.
-Yazmak sizde neyi değiştirdi? Yazmasaydınız ne olurdu?
Kime veya kimlere bilmiyorum, ama hâlâ tutsak olurdum. Belki de kendime. Yazmak beni özgürleştiriyor. Acılarımı alıyor, aşklarımı katmerlendiriyor. Bir kalem ve defterden daha ne beklersin ki?.. Beni artık kimse yalnızlaştıramaz, yalnız bırakamaz. Annemden başka. O da öldü zaten.
-Her yazar biraz da otobiyografik hikâyesine tutunur, aslında onu deşer, onu yazar bana göre. Dünyaya bir daha gelseniz yine aynı aileden, aynı kişi olmak ister miydiniz? Neden?
Maalesef çoğu eksilse de, mutlu bir aile yaşantım, mutlu bir çocukluğum oldu. Hele bir kız babası olmak, çok istediğim bir şeydi. Bundan asla vazgeçemem. Yazmak bağlamında ise, yazar ancak kendinden uzaklaştıkça yazınsal kudretin hazzını keşfeder. Bence iyi bir yazar, çevresinde var olan aynaları kırarak parçalardan yepyeni bir ayna yapan, çatlakları kaleminin altın renkli, sihirli mürekkebiyle kapatan ve arkasını da kendiyle belli belirsiz sırlayan düşperest bir kintsugi ustasıdır.
-Yazmaya devam edecek misiniz, aklınızda neler var?
Sait, “Yazmasam deli olacaktım,” asla demedi. Yıllardır yanlış okunuyor. Aynı “Her şey bir insanı sevmekle başlar,” sözlerini yanlış yorumladıkları gibi. Sait şunu dedi aslında: “Haksızlığa karşı durmazsam, sessiz kalırsam deli olacaktım, yaşamanın ne anlamı kalır ki o zaman?..”
Tabii ki ölünceye kadar devam. Romana da, öyküye de, kadim dost şiire de.
İyi kötü, keşke herkes yazsa. Bundan şikâyet edenler, kendilerini mitolojik figürler gibi, yarı tanrı yarı insan görenler… Yazabildikleri için doğuştan “sıradan insanlardan” farklı oldukları sanrısına kapılmış olanlar…
Oysa yazmak, özgürleşmenin yanında aynı zamanda düşünceyi alışkanlık hâline getirmeyi de sağlar. Düşünce ise, bu topraklarda hep hor görüldü, suç sayıldı.
Kötü Edebiyat olabilir ama kötü kalpli Edebiyat yoktur. Oysa kötü kalpli iktidarlar vardır.
-Yazmak isteyen gençlere önerileriniz var mı?
Yayınevi editörlerinin hiç gelmeyen yanıtlarına veya nadiren de olsa gelen yanıtlarda “Bu yazdığınız şiir veya öykü değil, gidip başka iş yapın,” demelerine asla aldırış etmeden yazmaya, okumaya, “yazar gözüyle” yaşamaya devam etsinler. Eğer onların her dediği doğru olsaydı, bu gezegende bugün yüz binlerce okuru olan pek çok yazar ortaya çıkamayacak, zamana direnen pek çok klasikleşmiş yapıt güneş görmeyecekti.
Yazmak, Tanrı veya birileri tarafından bahşedilen bir ayrıcalık değildir.
İnsan, düşünebildiği, yazabildiği ve âşık olabildiği kadardır. Ne eksik ne fazla.