İçeriğe geç

Kibele’nin Gözyaşları – Güneş Soybilgen

Pablo Picasso

Antika görünümlü oymalı ahşap kapıdan içeri girdim. Orta yerinde mermerden çeşmesiyle beni karşılayan minik avlunun gerisinde hamam anası oturuyordu. Önünde de kalın mı kalın bir defter. Ters ters beni süzdü. Bir türlü alışamadım bu hamam analarına. Sanki bir genel merkezden titiz elemeler sonucu seçilen, hepsi de birbirine benzeyen hükümet gibi kadınlar. Elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırdım yine. Neredeyse burada yıkanmaya layık olmadığıma ikna olup arkama bakmadan gerisin geri çıkacağım. Neyse ki beni buyur etme yüceliğini gösterdi, adımı o devasa deftere not alıp hamamı işaret etti.

Sol yandaki kapı hamama açılıyordu. Kapıyı yavaşça ittirmemle sıcak hava ve yoğun buharın üzerime saldırması bir oldu. Kısa bir boğuşmanın ardından nihayet içerideydim. İçeride kimsecikler yoktu. Bunun nasıl bir nimet olduğunu benim gibi kalabalık bir ailede büyüyüp kafasını dinlemek için sığınacak tek yeri tuvalet olan bütün garibanlar çok iyi anlayacaktır.

Kurnanın tepesindeki biri soğuk biri sıcak akan işlemeli pirinç musluk başlarını döndürmemle muslukların yarışı da başlamış oldu. Bir yandan tasla ağır ağır üzerimi ıslatıyor, bir yandan etrafıma bakınıyordum. Pek özel bir şey de yok. Bildiğin hamam işte. Duvar yarıya kadar mermer, yerler zaten öyle. Kubbe kıvrılmaya başlayınca beyaz boya. Tepede onlarca küçük baca, her birinin iç yüzeyine güneş oyması yapılmış. Su buharı oradan yukarıya doğru süzülüyor ki içeride pisi pisine boğulmayalım, biraz nefes alabilelim.

Kelimelerle ifade edemeyeceğim huzurumun son bulması tabii ki çok sürmedi. Bu konularda pek şanslıyımdır vesselam. Peştamalına sarınmış, elinde tası, kesesi ağır çekimde cüsseli bir kadın girdi içeriye. Kulaklarının altında biten, sarıya boyalı saçları, yüzünde bezgin bir ifadeyle aynı hızda etrafına bakındı. Gözüne bir kurna kestirdi. Gitti, oturdu. Sonuçta özel saunam değil ya. Ne yapalım, katlanacağız.

Heyhat, bu kadının hamama girmesiyle yıkılmayan dünyamın sarsılmasına az kaldığından haberim yoktu. Zira çok geçmeden bir kadın daha girmişti içeriye. Dünyam asıl bu kadının diğeriyle arkadaş olduğunu fark etmemle kararıverecekti.

​“Selda, sen misin kız?”

​Beriki tepesinden gözlerine doğru akan sular ve yüzüne yapışan saçlarla mücadele etmeye çalışarak, “Aa, Figen! Ben de diyorum ne bakıp duruyor bu bana diye!”

​“Sorma, sorma. Ben de iyice dibime girmeden kimseyi göremez oldum. Uzak ayrı dert, yakın ayrı.”

Hamamın akustiğinden de faydalanan anadan üryan iki kadın verdi coşkuyu.

Ben de bu sohbeti bastırabilmek için verdim coşkuyu. İki musluğu birden sonuna kadar açtım. Tası doldurup doldurup tepemden aşağıya boca etmeye başladım.

Kesecinin, ilkel bir mekanizmayla içeriye doğru ittirilerek açılan, sonra da kendiliğinden kapanıveren kapıda belirmesiyle bu çılgın maraton sona erdi çok şükür. Keseci, “Selda Hanım, keseye alayım seni,” diye seslendi. Allahım o nasıl billur gibi çağlayan bir ses, bu nasıl da mucizevi bir çağrıydı böyle.

Beriki tek kalınca bana doğru bakışlar atmaya başladı ama yemezler. Sırtımı dönüverdim. Utangaç olduğumu sansın.

Sonunda tekrar sessizlik. Tepedeki baca deliklerinden zaman zaman yoğuşan su buharı süzülüp süzülüp okkalı bir damla oluyor, sonra da şap diye mermerin üzerine düşüyordu. Kafamı damlaların geldiği yöne kaldırınca karşımda bir sürü gözü olan bir dev belirdi. Sanki aşağıdaki görüntüden iştahı kabarmış, salya akıtan bir masal deviydi. Manzarası birbirinden heybetli bereket tanrıçaları olunca tabii iştahlanacaktı. Yalnız bu tanrıçalar artık hayattan bezmiş, saklayacak, sakınacak bir şeyleri de olmadığına kanaat getirmişlerdi. Çoğunlukla orta yaşı aşmış, pırpırlarıyla gurur duyan bir asker edasıyla göğüslerini gerine gerine sergiliyor, kaplumbağa ağırlığındaki hareketleriyle adeta hızla akan zamana meydan okuyorlardı. Kibele bu manzarayı görse gözyaşlarını tutamazdı bence.

Peki benim bu halim ne olacaktı böyle? Şu kadınlar hamamında bile kendimi diğerlerinden ayrıştırmayı başarmıştım. Hem en büyük özlemimdi kendimi bir yere ait hissetmek, hem de inatla kaçtığım, adeta tüylerimi diken diken eden bir korkuydu. Kendimi memleketime ait hissetmediğim için yurtdışına okumaya gitmiş, bu kez de orada yapamayıp geri dönmüştüm. Ne bir dostum vardı, ne doğru düzgün tanıdığım. Ailem dile getirmiyordu ama gözlerinden şu halimden bezdiklerini çok iyi anlıyordum. Artık buna bir dur deme vakti gelmişti. Az önce sırtımı döndüğüm kadına doğru yöneldim. Çekinerek bir baktım.

“Şey, pardon. Keseden önce sabunlanmak doğru mudur acaba?”

“Yok kız, sakın! Gelsene, buraya otur. Ayy, çıkar hem şu üstünü. Bunalmadın mı sabahtan beri, ha?” – Güneş Soybilgen

Tek Yorum

  1. Mammification Mammification

    Bir solukta okudum. Okurken sanki ben yaşadım bu öyküyü. Çok güzeldi lütfen devam etsin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir