Onur Behramoğlu ile Söyleşi – Kadir Aydemir

Onur Behramoğlu ile Yitik Ülke Dergi için konuştuk.

Söyleşi: Kadir Aydemir

*

-Kitaplarınızın aklınıza doğuş hikâyelerini ve gerçeğe dönüşme yolculuğunu bizimle paylaşır mısınız?

Şiirin tohumlarının mizacımızda, çocukluk anılarımızda, bilinçdışında bir yerlerde olduğunu düşünüyorum. Sonra birisi, bir durum, bir nesne, bir an gelip oralardaki bir tele dokunuveriyor. Şirazlı Hâfız’ın dediği gibi, “Şiirindeki renge, hayale kanma Hâfız / Sadece boş levhayız, dokundukça çınlarız.” Bazen de “bir tel kopar ve ahenk ebediyyen kesilir” gibi oluyor ama diyalektik sürdüğü için de, şairin “ebediyyen” dediği aslında kendisine sonsuz görünenin yeni bir denge durumunda söyleyeceği yeni sözcüklerle aşılmasına kadar sürüyor.

Her şiirde “Efendimiz acemilik” duygusuyla, “Şimdi şuraya şu sözcüğü, şu sesi, şu aksak ritmi yerleştirdiğimde mükemmele varacağım” düşüncesi çelişir, çekişir. Gerçeği, yalnızca gerçeği istediğimden; şiir tam da o mücadelenin sonunda doğsun isterim.

 

-Şimdi kitaplarınıza bakınca ne düşünüyor, ne hissediyorsunuz? Sizdeki karşılıkları nelerdir?

Kitaplarım, çalışma masamın sol yanında, kütüphanemde, elimin uzanabileceği mesafede duruyor. Bazen açıp birkaç şiir, birkaç yazı okuyorum. İlk şiir kitabımda gençlik yıllarımı, kederle ve öfkeyle başkaldıran duyarlı bir genç adamı görüyorum. ‘Asit ya da İksir’ adıyla, tavrını keskin ifadelerle belirginleştirme çabasındaki delikanlının ruhu sayfalardan taşıyor. “Hepiniz üstüme gelin / tiksindirene kadar” diyor ama bir yandan da “Geçerken değdiğimiz / her yer aşk sıcaklığında” diyecek kadar kıvılcımlı. İkinci kitapta, evlenip baba olduğum dönemi görüyorum. “Gelmeyin üstüme ama gitmeyin de” diyor; ‘Senden Öğrendiğim Şarkılar’la başkaldıran anarşist damarına şefkatli bir damar eklendiğini görüyorum. Eşine şiirler yazan birisi ama o şiirlerde de ‘Mısır’dan Çıkış’ duygusu, mücadele, yüksek tansiyon saklı. “Çantanı kılıçlama as, zamanı çiçeklendir” diyor sevdiğine, emir kipinde. Oysa asıl beklediği, köy enstitülü emekli edebiyat öğretmeni dedesinden öğrendiğinde saklı: “Yaylalarla bezeli sırtın / erik reçelindeki rayihası / iki ıtır yaprağının” derken, şiirler yazdığı Hale ile yaratmak istediği dünya neyse onu söylüyor; serseri, boyun eğmez, meydan okur görünmeye çalışırken aslında öyle bir şefkati arıyor. Üçüncü kitabımda, 40’lı yaşların bütün gelgitlerini, diyalektiğini görüyorum. Önümdeki yıllar kadar, geride bıraktıklarım var. ‘Kalbim, Ağır İşçim, Sevgilim’de kendimde açtığım yaralar, kırıp parçalamak istediğim kalıplar, gençlik çarpıntılarıyla aşkı-isyanı güzelleyen delikanlının yerini almaya hazırlanan biri var. Onun yüzü aynada henüz netleşmemiş, “tuvali parçalayarak çizilen resimler”de, kadınlarda, savruluşlarda kendini var etmeye çalışıyor. Bütün masalları -kendininkini de- yapısökümüne uğratıyor, bütün mitolojileri paramparça edip kendisi dahil kimseye tutunacak dal bırakmamak ister gibi hareket ediyor çünkü sahiden kim olduğunu, olduğumuzu anlayıp anlatabilmeyi istiyor. “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” çizgisinde giderken birçok yalanın parçası olmaya başladığını gördüğünden, kendine biçtiği kaftanları da çıkarıp atmakta. Bu kitaptaki şiirler olmasa, 40’ların ortalarında enkaz altında kalabilirdi, şimdi bugün, 50 yaş eşiğindeyken bunu biliyor.

Yazılarımı derlediğim iki kitabım, her baktığımda, beni gururlandırıyor. Yurdumuza ve dünyaya dair politik gelişmelerle ilgili tavrını yüksek sesle ifade eden, şövalyece bir ruhla öne atılan, şiirle-sanatla ilgili olarak da derinlemesine düşünüp umulmadık bağlantılar kurarak, kendisini çocukluğundan bu yana büyülemiş olan o mucize ile herkesi buluşturmak isteyen heyecanlı, atak bir ruh görüyorum ‘Zaten Herkes Bir Denizdir Doğuştan’ ile ‘Başkaldırıyorum Öyleyse Varız’da.

Şiir çevirim ‘Tanrı Belki Esirger Aşkı’, çok sevdiğim şair Yehuda Amihay’ın şiiri için emek verebilmiş olduğum için bana her zaman kendi şiir kitabımmış gibi görünüyor; Filistin’de uygulanan soykırımın panzehri bir duyarlılığın o kitabın dizelerinde yaşadığını bilmek, “Şairlerden de dünyaya kalacak olan böyle bir mirastır, gün gelir o derinliklerdeki inci mercanı görecek gözler değer bu sayfalara” diye düşünmemi sağlıyor.

 

-Bir daktilonuz, dolmakaleminiz ve defterleriniz var mı? Bunları hiç kullandınız mı-hâlâ kullanıyor musunuz?

Daktilom hiç olmadı, dolmakalemim var ama kullanma alışkanlığım olmadığı için yok sayılır. Defterlerim var, her zaman oldu. Şimdilerde kurşun kalem, kalemi açarken beni çocukluğuma götüren kalemtıraş, silerken yine okul sıralarıma döndüğüm hissini veren silgim var ama çoğu zaman alelade bir tükenmez kalemle notlar alıyorum, bilgisayarda word dosyasında da.

 

-Çalışma stilinizi bize anlatır mısınız? Nasıl ve ne zaman yazıyorsunuz, neyle yazıyorsunuz? Beslenme kaynaklarınızı merak ediyorum…

Çok küçük yaşlarımdan bu yana olağanın çok üzerinde bir yoğunlukta okurum. Disiplinli, planlı, -romandan teorik fiziğe, felsefeden psikanalize, spordan tarihe- birden çok alanda ve daima okurum. Okurken bazı satırların altını çizer, bazen de bir deftere notlar alırım. Sinemaya bayılırım ve çocukluğumdan bu yana aynı disiplin içerisinde dünya sinemasını izlerim. Müzik dinlemeyi, sevdiğim bazı eserlerin farklı orkestralarca icrasındaki farklılıkları keşfetmeyi severim. Gençliğimden bu yana düzenli olarak spor yaparım; gövdemi hissetmeyi, kaslarımı duymayı, devinimi önemserim. Yaklaşık 30 senedir farklı sektörlerde birçok iş yapıp çeşitli kademelerde yöneticilik rolleri de üstlendiğimden, gün içlerinde gündüz düşlerine çok fazla vaktim olmaz ancak trafikteki zamandan gecenin asude saatlerine kadar her uygun an benim için öğrenme, gelişme, yenilenme şansıdır; son yıllarda Youtube içerikleri de bu macerada yol arkadaşım olmuştur. Seyahat etmeyi çok severim; eşim ve oğlumla ABD’den Güney Afrika’ya kadar birçok yeri gezmek, bundan sonrası için de benzer planlar yapmak benim için büyük sevinç kaynağıdır. Bunca kaynaktan, tabii hepsinden evvel sevgiden beslenip de kalbinizde açan çiçeklerden küçük bir bahçe oluşturmamak olur mu? Şiir, deneme diye görünenler hep o işte…

 

-Şu saçma yanılsama çağında ve dijital ortamda, okumaya-yazmaya gerçekten de odaklanabiliyor musunuz? Cevap evetse bunu nasıl başarıyorsunuz?

Odaklanıyorum. Kararlı, iradesi güçlü her insan da odaklanabilir. Benim için, dikkatimi kime-neye verdiğim yaşamsal önemdedir, hiçbir ânımı boşa geçirmek istemem. Anlamsız gevezeliklerden ibaretse, bir arkadaş toplantısında dahi bulunmaktan kaçınırım. Çocukluğumda evde bir kapıya yapıştırdığım duvar yazısı: “Bugün öğrendiğin yeni bir şey var mı?” Bu soru bende yer etmiştir, gereğini yaparım. Engelleyici, dikkat dağıtıcı olan cep telefonuysa, kapatma tuşu da elinizin altındadır. Televizyon başında saatlerinizi harcamaksa, kumanda oradadır. Hayat sizin, karar her şeye rağmen sizindir. Nasıl bir insan olmak istediğiniz, her gün alacağınız küçük kararlarla şekillenecektir.

-Yazma disiplininizi neye borçlusunuz?

Çok küçük yaştan bu yana sürdürdüğüm okuma alışkanlığım, belli bir birikimden sonra yazma ihtiyacına dönüştü. Bu ihtiyaç, kendi disiplinini de beraberinde getirir.

 

-En sevdiğiniz şair-yazarlar ve kitaplar, hatta baş ucu kitapları nelerdir?

Çok sevdiğim şair ve yazarlar farklı dönemlerimde farklı isimler olmuştur.

Bitimsiz bir kaynak olarak Homeros, Yunus’tan Karacaoğlan’a-Divan’dan modern şiire bütün bir şiir geleneği, Batı kanonunun temeli Shakespeare farklı zamanlarda farklı bağlamlarda ufuk açarlar.

Yahya Kemal’in ‘Dergâh’ diyerek derleyip topladığını Hâşim’in ‘Haşhaş’ diyerek darmadağın edişini, zıtların birliğini arar, severim.

Dünya şiirinde Seferis’in, Paz’ın eski uygarlıklar, yıkıntılar arasında buldukları da ilgimi çeker; Mayakovski, Neruda, Aragon gibi şairlerin şaşırtıcı imgeleri de. Ritsos’un bir anlık görüntüde yakaladığı derinliğe, Furuğ’un “Artık güneş doğmayacak / Ve bereket çekilecek topraklardan” deyişindeki peygamberane edaya, Prevert’in – Billy Collins’in – Philip Larkin’in muzip edasına kapılıp gittiğim kadar, birdenbire okuyup çarpıldığım bir Yeats şiiriyle, Dylan Thomas’ın tek bir dizesiyle, Ursula Le Guin’in ihtiyarlığa dair dörtlüğünde içimi burkan şeyle, Bukowski serserisiyle, Gökçenur Ç.’den Emrullah Alp’e şair dostlarımla günler geçirebilirim.

Pessoa’ya tek başına bir bölüm açmam gerekir. Şiirlerini de çok severim, ‘Huzursuzluğun Kitabı’nı da.

Öyküde Sait Faik, Çehov.

Gorki (‘Çelkaş’ı çok seven babam) de okurum, Behçet Çelik de. Onların yanına bazen Nazlı Eray’dan, Dino Buzzati’den fantastik bir öykü de gelebilir, Platonov’dan yürek dağlayan bir öykü de. Bazı öyküleri, sevdiğim bir şiiri hatırlar gibi hatırlarım. ‘Semaver’ unutulur mu? Poe’nun ‘Kuyu ve Sarkaç’ı, Onur Caymaz’ın babasına yazdığı ‘Nokta’, Salinger’ın ‘Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün’ü, hepsi, hepsi benimle yaşar durur.

Romanda, gençliğimin unutulmazı Dostoyevski’dir. Onu, hele ‘Karamazov Kardeşler’i okuyup afallamamış olan yoktur.

Steinbeck (Çocukluğumda ablamla birlikte filmini izlediğimiz ‘Sardalya Sokağı’ kalbimde müstesna bir yerde durur), Kundera, Romain Gary benim için özeldir. Paul Auster okumayı severim, Llosa okumayı severim, biyografi-anı türlerinde okumayı çok severim; bir Kenzaburo Oe romanı için yazmışlığım da var, bir Fuentes cümlesindeki ritimden esinlenmişliğim de…

Bazı kitapları unutmam: İki Şehrin Hikâyesi (Charles Dickens), Gönülçelen (Salinger), Kurt Kanunu (Kemal Tahir), Aylak Adam (Yusuf Atılgan), Yüzbaşı Selahattin’in Romanı (İlhan Selçuk). Tabii hepsinden evvel: Pal Sokağı Çocukları. Palto denilince Gogol gelir hatıra ama ben Nemeçek’in paltosundan çıktım. Çizgi roman kahramanlarından da Kızılmaske’nin.

Leylâ Erbil, Latife Tekin. Dostluklarıyla övündüğüm büyük yazarlar.

Hegel’den, Marx’tan, Sartre’dan, Deleuze’den çetin ceviz bir metin okumayı da severim; John Berger denemesi, akademik makale, araştırmacı gazeteci dosyası, seyahatname, polemik okumayı da.

Bazı kitap adlarını da kitaplar kadar severim: Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum, Arkadaş Islıkları, Varolmayan Şövalye…

Bazı dizeler de daima ezberimdedir: Nâzım da vardır orada, Sezai Karakoç da.

 

-En sevdiğiniz yönetmenler ve filmler hangileri?

Elbette Amerikan sinemasıyla büyüdük, ondan etkilendik. ‘The Apartment’taki Jack Lemmon-Shirley MacLaine şekerpareliği de, ‘Rüzgâr Gibi Geçti’deki Scarlet O’Hara-Rhett Butler aşkı da (Bu filmde karakter isimleri kalmıştır aklımda), ‘Mavi Ay’ dizisindeki Bruce Willis-Cybill Shepherd elektriği de belleğimizdedir. Çocukluğumuzun Pazar sabahlarının Western klasikleri, Yul Brynner’dan Anthony Quinn’e, Montgomery Clift’ten Gary Cooper’a bütün o devler; James Cagney, Cary Grant, James Stewart, Kirk Douglas, Clint Eastwood, Gene Hackman, Marlon Brando, Robert de Niro, Al Pacino, Dustin Hoffman, Robert Redford, Morgan Freeman, Ben Kingsley, Robin Williams, Kevin Spacey, Denzel Washington, Sean Penn, Tom Hanks, Forest Whitaker, Jeremy Irons, Philip Seymour Hoffman, Joe Pesci, Daniel Day-Lewis, Liam Neeson, Anthony Hopkins, Ralph Fiennes, Jack Nicholson, Robert Duvall, Hugh Grant, Nicholas Cage, John Turturro, Samuel L. Jackson, Leonardo di Caprio, Brad Pitt, Tom Cruise, Joaquin Phoenix, George Clooney… saymakla bitmez oyuncular, ‘Casablanca’daki Ingrid Bergman, ‘The Deer Hunter’daki Meryl Streep, ‘Nights of Cabiria’daki Giulietta Masina, hemen hatırlayacağımız nice rollerinde Anna Magnani, Sophia Loren, Jane Fonda, Barbra Streisand, Susan Sarandon, Catherine Deneuve, Glenn Close, Diane Keaton, Faye Dunaway, Vanessa Redgrave, Jessica Lange, Michelle Pfeiffer, Debra Winger, Julia Roberts, Helen Hunt, Jodie Foster, Goldie Hawn, Cate Blanchett, Charlize Theron, Kate Winslet, Halle Berry, Rachel Weisz, Winona Ryder, Gwyneth Paltrow, Helena Bonham Carter, Nicole Kidman, Scarlett Johansson, Sandra Bullock, Natalie Portman, Toni Collette, Michelle Yeoh… Woody Allen’ın bütün filmlerinden tat almışımdır; onunla gülümserken Haneke ile tedirgin düşüncelere dalmaktan, Benedict Cumberbatch ile Sherlock Holmes gizemleri çözmekten de… Marcello Mastroianni’yi, Daniel Auteuil’ü,  Mads Mikkelsen’i, Michael Caine’i, Donald Sutherland’i, Helen Mirren’ı, Juliette Binoche’u, Charlotte Rampling’i, Emma Thompson’ı, Olivia Colman’ı gördüğümde muhakkak izlemek isterim. Sadri Alışık, Şener Şen, Ahmet Uğurlu, Olgun Şimşek gibi aktörlerin, başka ülkelerde olsalardı, dünya çapında tanınacaklarını düşünürüm. Bir de Süleyman Turan’ı çok sevmişimdir, Kadıköy’de yalnız yaşadığı evinde kalp krizinden vefat ettikten iki gün sonra naaşı bulunan Turan; ‘esas oğlan’ın sadık dostunun yazgısını yaşamış gibi gelir bana. Veliefendi’de bilet sattığını, Haydarpaşa Lisesi’nden sonra filoloji bölümüne girip bitiremediğini, askerliğini Kore’de yaparken film şeritleriyle tanıştığını, Akbaba dergisinde karikatürler, resimler çizip kitap kapakları, çizgi romanlar hazırladığını biliyor muydunuz?

Unutamadığım öyle çok sayıda film var ki: Ettore Scola-Özel Bir Gün; Fellini-Sonsuz Sokaklar; De Sica-Umberto D. diye başlayıp Nanni Moretti’ye kadar gelirim İtalya’da. Oradan Fransa’ya geçip sayar dökerim ama Britanya’ya uğrayıp Ken Loach’u anayım, bir film seçmek gerekirse de ‘Ben, Daniel Blake’ diyeyim. Romanya’dan ‘Bay Lazarescu’nun Ölümü’, İspanya’dan bir Almodovar filmi (‘Konuş Onunla’ olsun), Belçika’dan Dardenne Kardeşler diye diye bu taraflara gelerek İran’da epeyce kalırız; bizden Ömer Lütfi Akad filmleri, Yılmaz Güney’in ‘Umut-Sürü-Yol’u, Uğur Yücel’den ‘Yazı Tura’, Derviş Zaim’den ‘Tabutta Rövaşata’, Özcan Alper’den Sonbahar diye devam eder… birbirlerini sevmeseler de biz onları sevelim diyerek Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz’a bağlanırız. Uzakdoğu ayrı güzellik, film festivallerinin “mayınlı bölge” filmleri ayrı arayışlar. Evet, bir şenliktir sinema sahiden. Üstelik şimdi bir de sinema filmi güzelliğinde diziler üretiliyor. Dallas’la, Hayat Ağacı’yla, Zenginler de Ağlar’la büyümüş bir nesiliz; bugün seri katil Dexter da yabancımız değil, mafya babası Tony Soprano da, İngiliz kraliyet ailesi de…

 

-Bugüne kadar okuyamadığınız ama hep okumak istediğiniz kitap-kitaplar hangileri? Aynı soruyu filmler için de sormuş olayım…

Okuma listemde olup henüz okumadığım kitapların sayısı ömrümün sonuna dek okuna okuna azalmayacak, artacaktır. Birkaçını yazayım: Savaş ve Barış, Ulysses, Niteliksiz Adam, Büyülü Dağ, Seksek, Mrs. Dalloway, Gülün Adı, Geceyarısı Çocukları, Döşeğimde Ölürken. Daha çok Nabokov, Zweig, Iris Murdoch, Philip Roth, Julian Barnes kitabı okumayı da isterim, okuduğum bazı romanları yeniden okumayı da. Bununla birlikte, kolejler gerçek kolej iken çok iyi bir ortaöğretim aldığımı düşünüyorum. On beşime gelmeden, ‘Hayvan Çiftliği’, ‘Ağla Sevgili Yurdum’, ‘Muhteşem Gatsby’ gibi romanları İngilizcelerinden okumuş, İngiliz edebiyatı dersinde Avustralyalı öğretmenimden 100 üzerinden 105 alacak kadar sevdalanmıştım edebiyata. Belki okumayı düşünmediğiniz ama mutlaka okumanızı önereceğim birkaç kitap da yazayım: Kundera’dan ‘Şaka’ ve müthiş bir deneme kitabı olarak ‘Saptırılmış Vasiyetler’, baba-oğul arasındaki sevginin ve söylenmemiş sözlerin unutulmaz kitabı ‘İyi Geceler Tatlı Prens’ (Pierre Charras), Romain Gary’den ‘Kral Salomon’un Bunalımı’ (Tabii, yazarın adını Emile Ajar olarak göreceksiniz), Andre Maurois’dan ‘İklimler’, Pentti Saarikoski’den bir şiir (Bu müthiş Finlandiyalı komünist şairin, dünyada Homeros’un Odysseia’sı ile Joyce’un Ulysses’ini -ikisini birden- çevirmiş tek kişi olduğunu biliyor muydunuz? Aristoteles’in ‘Poetika’sı ile Salinger’ın ‘Gönülçelen’ini de!) Ne müthiş insanlar, ne kadar az tanıyoruz; ve gitgide ne kadar çok şeye maruz kalıp ne az bilir olduk.

Sevdiğim aktörlerin bugün unutulmak üzere olan filmlerini izlemek şimdilerde kendime yarattığım sevinçlerden biri: Alan Arkin’in, ilk filmiyle Oscar adayı olan tarihteki altı oyuncudan biri olduğunu, kendisini ‘The Kominsky Method’ dizisinde izledikten sonra öğrendim. O halde, The Russians Are Coming (1966) izlenebilir. Robert Duvall’in Oscar kazandığı Tender Mercies, 2024 yapımı ‘A Real Pain’, 1977’den ‘Julia’, 1958’den ‘Murder by Contract’ diye diye bir ileri bir geri gider geliriz.

Pek bilinmediğini düşündüğüm harika bir film de önereyim mi?: Kirli Yüzlü Melekler (Attilâ İlhan’ın aynı adlı şiiri de okunmalı).

Bir de, oğlumla birlikte okuduğumuz Moby Dick kalbimde apayrı bir yerde durduğundan: ‘The Whale’.

 

 

-Yazmak sizde neyi değiştirdi? Yazmasaydınız ne olurdu?

Yazmasaydım, düşündüğümü, anladığımı, bildiğimi zannederek yaşayacaktım.

Şimdi, hiç değilse, düşünmenin ne kadar nadir bir eylem olduğunu, anlamak için çok daha derinlere nüfuz etme gerekliliğini, pek az şey bildiğimi biliyorum.

Yazmak, beni daha çalışkan, daha dikkatli, daha değerbilir yapmıştır.

 

-Her yazar biraz da otobiyografik hikâyesine tutunur, aslında onu deşer, onu yazar bana göre. Dünyaya bir daha gelseniz yine aynı aileden, aynı kişi olmak ister miydiniz? Neden?

Bin bir farklı aileye doğup her birinden nasıl bir Onur çıkacağını görmeyi yeğlerdim.

 

-Yazmaya devam edecek misiniz, aklınızda neler var?

Kıpkısa şiirlerle birlikte upuzun şiirler yazıyorum. Deneme yazmayı özledim. Belki yeniden “denerim”.

 

-Yazmak isteyen gençlere önerileriniz var mı?

Okumaları, yaşamaları, düşünmeleri, sevmeleri gerektiğini idrak ederlerse yazmaya devam etmelerini öneririm.

Bu yazı Söyleşi kategorisine gönderilmiş ve , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir