Foto – Açelya Duran

Açelya Duran

Göremedim ama –daha önce buraya gelmiştim biliyorum– şu meydanın arkasında bir yerde deniz var. Yosunlu su kokusu, midye kokusu aklımda. Hava yine olağan dışı. Renkler puslu, bulutlu ve soğuk ama esinti, tenime sıcak sıcak üflüyor. Olmayan güneşte ısınıyor kemiklerim. Beynim algılamakta güçlük çekmiyor. Dedim ya, daha önce geldim buraya.

Şu karşıda dükkânlar var. Birini biliyorum daha önce girmiştim. Orta yerde kaplar var. İçleri yiyecek dolu. Mezeler, turşular, sulu yemekler. Hemen yanında ayaklı bir aksesuvar standı. Tokalar, yüzükler, bilezik, kolyeler, saç bantları var. Her şey var bu dükkânda. Kasap, bakkal, market, şarküteri, hırdavatçı, tuhafiye her şey bu dükkân. Hepsi aynı yerde, aynı şekilde. Ben kaçıyorum yine, aynı şekilde.

Koşuyorum. Sokakların birinden girip diğerinden çıkıyorum. Öyle hızlıyım ki duvarlar, çukurlar, tel örgüler hızımı kesemiyor. İçim telaşlı. Ya çıkmaz sokağa girersem! İşte o zaman yakalarlar beni. Okumaya devam et

Öykü kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Bir Öbek Menekşe – Tülay Güzeler

Televizyonu da kurulmuş, kilimleri de serilmiş evine, ağır ağır tırmandığı ilk akşam. Bir, adım sesleri yoruyor onu, bir de her basamakta iyice ağırlaşan bacakları. Anahtarı çantasında ararken de acemi, kapıdaki kilidi döndürürken de.

Ne koridorun ucundaki iri yapraklı bitkiler ne de mutfak masasındaki kasımpatıları onu içeriye çağırıyor. Dikildiği yerden bir adım sonrası uçurumcasına kalakalıyor. Soğuk. Sessizlik diken gibi batıyor, soğuk acıtıyor. Kararmadan hava, güneşin yardımıyla girseydi evine; balkondaki masaya bir kâğıtla, bir kalem bıraksaydı; masanın ortasındaki boş saksıda fesleğen olsaydı… belki…

Aldığı derin soluğu üfleyerek içeriye adımladı. Kapı bir daha açılmayacak kadar kapandı ardına. Yün ceketine biraz daha sarıldı, dışarıya girmiş gibi. İlk cuma akşamı. Oğlu, babasının evinde, salon takımı tam, yatak odaları boş. Yatak odası takımı ve oğlunun eşyaları bu evde. Bu saatlerde onun da olduğu eve dönmüş olurlardı eskiden, çok eskiden. Okumaya devam et

Öykü kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Haşim’in Merdiveni ve Kış – Turgay Kantürk

Mustafa Horasan

 

Başımda eski şarkılardan yeni bir taç
her dem avare döndüm durdum yoklukta
durma yağdı üstüme bakraç bakraç
şiir, ne işim vardı benim bu çoklukta.

Dinmedi hiç iç sızısı yaban sesimin
çığlık çığlığa hep o güzellik çağrısı
her gün inip çıktım merdiveninden emin
Haşim’in, akşam; ki geçmez o kalp ağrısı.

İpek sözden yalan yanlış urbalar biçtim,
acıktım, dumanı üstünde çorbalar içtim,
dalımdan düştüm, boşuna övgü ve alkış.

Soldu avcumda dizeler yaprak yaprak,
üstüme savruldu bir avuç nemli toprak,
sözcükleri yaktım da ısındım, sonsuzdu kış.

-Turgay Kantürk

Son Soneler’den…
Temmuz 2025

Şiir kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Okaliptüs – Didem Çelenk

Adil Salih

1938 yılı Ağustos ayında Akçapınar Köyü, daha evvel görülmemiş bir belayla boğuşuyordu. Körfez, bataklığın pençesinde can çekişiyordu adeta. Yöre halkı için yabancı bu garabetle uğraşması hiç kolay değildi. Sivrisinekler cirit atıyor, hastalık yayıyor ve çoluk çocuk sıtmadan kırılıyordu. Uzun istişareler sonunda, herkes elinden geleni yaptığını da düşündükten sonra bataklığı kurutmak için ağaçlandırma yapılması gerektiği fikri ortaya atıldı. Herhangi bir ağaçla bunun yapılamayacağı, okaliptüs ağacının bu konudaki önemi vurgulandı. Aracılar girdi araya, olamayacak imkânlar serildi ortaya ve kıtalar aşırı çabalarla ağaçların fideleri ovaya ulaştı. Nizami bir şekilde ağaçlar dikildi. Zaman dışında ihtiyacımız kalmamıştı. En zorlu kısım başlamıştı: Beklemek…

1939 yılı Ağustos ayı kimsenin hatırlama ihtiyacı olmayan bir yılın bir ayıydı. Ben hariç… Mehmet, ateşler içinde yatarken gözüm sürekli takvime ilişiyor, sanki kötü hatırlamak istemediğim bir tarihe umut yüklemesi yapıyordum. Köyde hastalığın ateşi sönüyordu, kâbus dolu günlerin sonuna geliyorduk. Ancak Mehmet başka türlü bir derdin dehlizinde gibiydi ama mutlaka çıkacaktı ordan. Düşüncelerimi orda tutmaya meyilliydim. Okumaya devam et

Öykü kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | 1 Yorum

Mezarlık Otel – Aslıhan Gökbulut

Nihat Kemankaşlı

Doktorun bekleme odasında oturmuş sıranın bana gelmesini bekliyordum. Gergin ve sıkıntılıydım. İçeri girecektim, tahlil sonuçlarına bakacaklardı ve bana yine hastalığıma neyin neden olduğunu bilmediklerini söyleyeceklerdi. Bu nedeni belli olmayan hastalıkların genel nedeni ise hep gerginlik ve stresti. Bunu duyunca yine gergin ve stresli olacaktım. Gergin ve stressiz bir hayat hayal etmeye çalıştım. Bu mümkün müydü? Dünya üzerinde yaşayan tüm insanlar hayatını kazanırken, yaşamını sürdürmeye çalışırken, başkalarıyla olan tüm temaslarda gergin ve stresli oluyordu istemsizce. Dünya üzerinde sadece ölüler gergin ve stresli olmayabilirdi. Sadece ölüler. Bu sinir bozucu düşüncelerden kurtulmak için etrafıma bakındım. Ama sadece mutsuz ve hasta yüzler vardı çevremde ve bu minik çabam hiç işe yaramadı. Sonra yoga hocasının öğrettiği nefes tekniğini uygulamak aklıma geldi. Derin bir nefes aldım, bunu içimde tutup aldığımdan daha uzun bir sürede vermeye çalıştım ve bunu birkaç kere tekrarladım. Daha iyiydim. Neyden sonra gözüm sehpanın üstündeki dergiye ilişti. İçinde belki kafamı dağıtacak bir şeyler bulurum umuduyla alıp karıştırmaya başladım. Genelde parayla yaptırılan yarı reklam, yarı bilgilendirme içeren dergilerdendi. Tarihi yarımadada aslına uygun restore edilmiş bir hamam haberi, bir Türk gezginin Marakeş gezisinden sonra morocco style dizayn ettiği bir kafe açması, kafenin göz okşayan fotoğrafları gibi şeylere hızlı hızlı baktım. Okumaya devam et

Öykü kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | 2 Yorum

Ben Refik miyim – Cüneyt Uzunlar

Savaş Çekiç

yirmi birinci yüzyıl’ın ilk yılları. her tarihi yarımada ziyaretinde aynı hadiseyi, gözlerden uzak kuytu bir köşede dövdüğü akranından herkesin ortasında nasıl dayak yediğini hatırlıyordu refik… dalgın bakışlarını kaldırıp kocaman, upuzun çınarların tepesine dikti. balıkçılların orda ne işi vardı… bir apartmanın girişinde mermer basamakların üzerinde patakladığı oğlan, arsada bütün arkadaşlarının gözü önünde belinden yakalayıp onu yere nasıl savurmuştu. hatıranın görüntüleri bulanık ama hissi apaçıktı. içindeki peltek çocuğun cümleleri kopuk kopuktu ama duygusu açık, apaçıktı. çetesiz kalmıştı… sık sık unutuyordu nerde olduğunu. burası gülhane parkı değil miydi… herkesin gözünün önünde dayak yemişti, bu gerçekti. gözlerden uzak bir yerde aynı oğlanı evire çevire dövmüştü, bu da gerçekti. fakat hangi gerçek daha gerçekti… balıkçılları neden sadece burada, kırk elli metre yukarda, çınarların tepelerinde görebiliyordu. her tarihi yarımada ziyaretinde kendisine musallat olan bu hatırada neden hep aynı mağlubiyet hissi ağır basıyordu. belki de şöyle sormalıydı, herkesin gözü önünde oğlanı evire çevire dövse, kuytuda dayak yese kendini galip hissedecek miydi. sorusunu yanıtlasa, yanıtlayabilse bile cevap, duyduğu his kadar hakiki olabilecek miydi. istanbul surlarının, kubbelerinin, minarelerinin, çan kulelerinin, revakları, avluları, geçitleri, kapıları, arnavut kaldırımlarının yarıklarından, aralıklarından, çatlaklarından sürekli, rutubetli kokusu geliyordu mağlubiyet hissinin. biz fethetmemiştik de belki bizi istanbul fethetmişti. ne dersin refik, roma’yı yıkarken biraz da yıkılan, postsuz nefirsiz bırakılan bizler miydik. ne yaptın be moruk! karışıktı zaten, çarşı iyice karıştı. Okumaya devam et

Öykü kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | 1 Yorum

Mesafe – Sedef Özkan

Savaş Çekiç

“Bu mesafe iyi oldu,” diye düşündü. Geçen yıl bu zamanlar, eli ayağı birbirine dolaşıyordu; aşk kapısını çalmıştı, bundan hoşnuttu da. “Belli bir mesafede durursak daha az zarar görürüz,” diye laf atıyordu kapıya dikilmiş geçmişi. Aşkı hem hissedip hem de engellemeye çalışmak doğal değildi elbette. “Her şey benim kontrolümde,” diyordu aklınca; bu yaştan sonra kalan hormonları da aşk için heba etmenin hiçbir anlamı yoktu. Odaklanması ve başarması gereken hayati işleri vardı.

Telefon çaldı, aşk arıyordu; tiyatro öncesi tavuk pilav yiyebilirlerdi ya da kendisi de ofise gelebilirdi, sonra da tiyatroya giderlerdi. İşi bitmişti aslında ama “Ben seni ararım, sen ye,” diye cevapladı. Sinemacı dostu kısa film getirmişti, onu izlemek kafasını dağıtabilirdi. Akabinde sinemacı dostunun tanıştırdığı senaryo yazarı kız geldi aklına. Onunla bir ara bir yerlerde hafta sonu geçirmek fena fikir değildi hani; kız sürekli ‘benimle seviş’ hormonları fışkırtıyordu. Hatta bu kaçamak, aşka mesafe koymayı da kolaylaştırabilirdi.

Kısa film çok saçmaydı, bu kadar uzun eziyet çekemeyecekti! Bitmesini beklemeden aşka varmaya karar verdi. Gri kış hâkimiyetine rağmen parlak bir akşamdı. Doğrudan tiyatroya gidecekti, aşkı aramaya gerek yoktu, tavuk pilav yolu zaten aynı yoldu. Birden, aşkının ille de organik tavuk diye tutturma ihtimali yüksek hali gözünün önüne geldi. Gülümsedi. Seviyordu onun küçük çırpınışlarını. Okumaya devam et

Öykü kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Sendelemek – Kadir Aydemir

Savaş Çekiç

Kahvemi aldım, kasadan uzaklaşırken içeriyi taradı gözlerim, boş bir masa ve oturacak bir yer aradım, yoktu, herkesin önünde soğumuş veya birazı içilmiş bir kahve bardağı duruyordu, ekranlar açıktı, herkes ekrana bakıyordu, kimse kimseyle konuşmuyordu, beni fark eden de yoktu, kahve siparişi verenler de ellerindeki cihaza bakıyor ve yarım ağızla kendi kendilerine bir şeyler geveliyordu, siparişi alan görevliler de başka bir ekrana bakıyordu, hadi içerde yer yoktu bunu anladım, ama dışarıya baktığımda orada da yer yoktu, yalnız oturan insanlarla doluydu kafenin bahçesi, iki kişinin yan yana ya da karşılıklı olduğu masalarda da kimse birbiriye konuşmuyordu, insanların dikkati başka yerdeydi, o ışıltılı cama bakıp kâh gülüyor kâh üzülüyor, bazen de ifadesiz kalıyorlardı, elleri sürekli hareket ediyordu, parmaklar ekrana dokunuyor ve hazır bir cevabı kopyalıyor ya da var olan bir emojiyi karşı tarafa iletiyordu, ses yoktu, kulaklıklar takılıydı, kimse kimseye bakmıyor, kimse göz teması kurmuyordu, neden böyleydi çözemiyordum, kahve bardağı petrol artığındandı, elim yanmaya başlamıştı, insanların iletişim kuramadığı bir alandaydım, sonunda makineler ruhumuzu ve düşüncelerimizi ele geçirmişti belki de, bana öyle geliyordu, yeni doğan çocuklar ağlamıyordu, önlerine konan telefon ekranını kaydırıp kocaman gözlerle saçma videolara bakıyorlardı, okullarda dijital eğitime geçilmişti, uçaklar kendi kendine uçuyor, gemiler otomatik pilotta gidiyor, otomobiller sürücüsüz ilerliyordu, kargolar evlere drone’larla bırakılıyordu, tek tıkla sipariş verebiliyordu herkes, reklamlar insanları onlarca yıldır manipüle ediyordu, tüketim çılgınlığı had safhadaydı, kimse olan bitenden rahatsızlık duymuyordu, çünkü insanoğlunun kelimeleri de yaşam enerjisi de tükenmişti; durdum, peki ben bu kahveyi nasıl sipariş ettim, diye düşündüm birden, içim ürperdi, son birkaç kelimemi de harcamış ve online sipariş mi vermiştim yoksa, hatırlamıyordum, aklımda kalan tek şey elimin yanıp kahvemin yere dökülüşünü izlememdi… kahvem etrafa saçılmıştı, kimse oralı bile olmadı; ekrana bakmaya başladım, gülmeme-üzülmeme-kendimi konuşarak ifade etmeme-arkadaşlarımın doğum günlerini hatırlamama gerek yoktu, yürürken bile bu ekrana bakarak yaşamak her şeyden daha güzeldi… uyuşmak ve yavaş yavaş ölmek böyle bir şeydi… bir kafede değil, bir ötanazi kampında olduğumu çok geç anladım. – Kadir Aydemir

Öykü kategorisine gönderildi | , , ile etiketlendi | 3 Yorum

Unutmak Yok – Pablo Neruda

Desen: Savaş Çekiç

 

Unutmak Yok

 

Bunca zamandır nerede olduğumu soracak olursan
“Oldu bir şeyler” demeliyim
oturmalıyım bir taşa
kararan dünyada,
kendini yemiş bitirmiş bir nehirde.

Korumasını bilmiyorum yitirdiklerini kuşların
Geride bıraktığım denizi
ya da çığlığını kız kardeşimin.
Nedir bu toprağın zenginliği?
Gün neden günle kapanıyor?
Neden karanlık gece çalkalanıyor ağzımda?
Ve ölüm neden?

Nereden geldiğimi sormayacak mısın?
Anlatayım sana;
Kırık şeyleri
Acılı kapları
Sık sık tozlanan koca sığırları
ve tutulu kalbimi.

Bunlar ne belleğimizde uyanan sarı güvercinler,
ne de anılardır kuşaktan kuşağa akan.
Ağlayan yüzlerdir bunlar,
Parmaklardır gırtlağımızdaki,
ve toprağa düşen yapraklardır.
Yiten günün karanlığıdır.
Yeşertir kaleleri hüzünlü kanımızdaki.

İşte menekşeler ve işte kırlangıçlar,
Sevdiğim her şey
Tatlı mesajlar veren günbegün
açıkta zaman
tatlılığı artan.
Kaçamayız biz; Dişlerimizin arasından:
Neden kemiriyor boşa giden zaman
sessizlik kabuğunu?
Ne yanıt vereceğimi bilmiyorum.

O kadar çok ki ölümüz
Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler
Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar
Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler
Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim.

Pablo Neruda
Çeviren: Kenan Gülbağ

Çeviri Şiir kategorisine gönderildi | , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Yitik Ülke’den Selam

Uzun, çok uzun bir aradan sonra Yitik Ülke Dergi yeniden hazırlanıyor…

Güzel, keyifli, kaliteli bir yolculuk olacak 🙂

Bize çeviri öykülerle, çeviri söyleşilerle, kendi kısa öykülerinizle, denemelerle, sinema yazılarınızla katkıda bulunabilirsiniz; yayın kurulumuza sunarız.

Adresimiz: yitikulke@ (gmail.com)

Çok yakında yepyeni şiirlerle, öykülerle, söyleşilerle ve kültür sanat haberleriyle buradayız.

www.yitikulke.com 

Yitik Ülke'den kategorisine gönderildi | , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın