
Ali Elmacı
Otuz yılı anca bulan hayatımın ilk anısı anneme dair. Ona sorsanız bunun doğru olmadığını söyler. Fakat haklıyım, biliyorum. Annem diyor ki bu hatıra zihnimin bana bir oyunuymuş. Bu sözüne asla inanmadım. İnanmayacağım da, çünkü gerçek olduğundan eminim. Görüntü dün gibi gözümün önünde, zihnime kazılı olduğuna göre gerçek olmayıp ne olacak ki.
Daha dört yaşına girmemiş olmam lazım. Kışın doğmuşum, o sırada yazı yaşıyoruz. Üzerimde annemin diktiği sarı şortlu tulum var. Atkılı kırmızı pabuçlarımla sessizce evden ayrılıp karşıda uzanan uçsuz bucaksız ormanın içine daldığımı çok net hatırlıyorum. Nasıl oluyor bilmiyorum ama ayaklarımın altında çıtırdayan çam iğnelerinin ve yerde birikmişyaprakların sesi şu an da kulaklarımda. Ağaçların o mis gibi kokusunu hâlâ içime çekebiliyorum. Muazzam yükseklikteki o ağaçlar güneşle aramda kalkan olmuş, aşağısı olduğu gibi gölge, loş.
Ormanın içinde bir salıncak ve tahterevalliden ibaret küçük bir park var. Hevesle salıncağa uzanıyorum. Zor zahmet oturup kafamı kaldırmamla işte annem tam karşımda. Upuzun düz saçlarıyla sırtını bir ağaca vermiş. Öylece oturuyor. Bağdaş kurmuş. Uzun etekleri bacaklarını örtmüş. Başı öbür tarafa dönük. Beni görmediğine sevinip bir oh çekiyorum.
Oysa sessizce dışarıya süzüldüğüm sırada annemin evde olduğunu sanıyordum. Hepi topu üç buçuk yıllık hayatımda annemi hep ya benimle ilgilenirken ya mutfakta bir şeyler pişirirken ya da temizlik yaparken falan görmüşüm. Ormanın ortasında toprağa oturmuş halini ne de yadırgıyorum. Evde bile bu şekilde yere oturmazdı sanki.
Derken başını önüne çevirdiğinde görüyorum yüzünü yandan da olsa. Ağlıyor annem. Şimdi düşünüyorum da o çocuk halimle bile anlayabilmiştim yüzündeki ifadeyi. Kadınsal bir içgüdü belki. Evimize ait hissetmiyordu annem.
Deveyi hamut, insanı ümit yaşatır. Annem de demek doğan günden umut bularak hayatını sürdürdü. Toprağını beğenmeyen bitki misali kuruyup ölmedi evet, ama şöyle yemyeşil serpilip dört yanı da saramadı. Günler geçti ve çalıştı şafağın değirmeni. Kim bilebilirdi ki kimi neyi eskittiğini.
Eve dönmek istemiyordu.
Döndü.
Annem şimdi de bu mevzuları açmamdan hiç hoşlanmaz. Hatta düpedüz rahatsız olur. Kendime zorla sorun aradığımı, düşüne sorgulaya dertler bulduğumu iddia ediyor. Duysa kızar, sokaktan geçene olmayan dertlerini anlatıyorsun, diye. Belki en büyük hayal kırıklığı tıpkı onun gibi olmam. Keşke insan sadece kaşını gözünü miras alabilse, değil mi? Oysa dünyaya bakışımıza varana dek her şey atalardan hediye.
İşte ben de annem gibi eğilmiş bakıyorum köklerime. O gün annemi gördüğüm halinden üç beş yaş daha büyüğüm üstelik. Lanet bir sarkaç gibi ailenin kadınları üzerinde bir ileri bir geri sallanıp duran bu huy olmasa aslında muhteşem bir hayatım var belki de. Düşünsene, ulu bir çınarsın. Toprağın kim bilir kaç kat altına uzanıyor köklerin. Fakat sen o kökleri görmeye dayanamıyorsun. İyi de hangi ağaç kurtulabilir köklerinden? Onları bırakıp da bir yere gidebilir mi? Gitse de beraberinde gelmeyecek mi o kökler?
Kalmak istemiyordum.
Kaldım.
Yine çok güzel bir öykü olmuş. Bana da kendi annemle ilgili anılarımı anımsattı. Devamını merakla bekliyoruz ❤️