“Yitirilmiş Şeyler Arasında” Üzerine – Ahmet Günbaş

Yitirilmiş Şeyler Arasında – Kadir Aydemir

Kadir Aydemir’in hemen her kitabında, doğayı içselleştiren, hatta onunla hemhal olmaya çalışan bir şiir dokusu var. İlk kitabı Sessizlik Bekçisi/Haikular’la (2002) başlayan bu süreç; Dikenler Sarayı (2003), Rüzgârla Saklı (2007), Soğuk Yazgı (2014) ve Otların Kalbi/Haikular’la 2022) devam eder. Japon edebiyatına özgü doğayı dillendiren bir tür olarak bilinen ‘haiku’nun, doğasal bilgeliğin ışıklı lirizmiyle Aydemir’in şiirinde pek güzel durduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, kimi kitap adlarının yanında “Haikular” yan başlığını kullanmasına karşın, Soğuk Yazgı’da ayrıca bir “Haikular” bölümü olduğunu gözden kaçırmayalım. Böylece duyarlığına bir Şaman ruhunun sindiği ilişkilenmekle içselleştirmek arasındaki doğasal bağın, onda belirgin bir şiir karakteri olarak öne çıktığını gözden kaçırmayalım.

Son kitap Yitirilmiş Şeyler Arasında* estirilen soğuk yellere karşı külleri sıcak bir hüzne sığınırız dengede kalabilmek için. Nereden bakarsak bakalım, siyah-beyaz renklerin egemen olduğu bir geçişle karşı karşıyayız. Doğanın etkin renkleri siyahla beyaz arasında paylaştırılarak koruma altına alınmıştır sanki. Şair, taşkın renklerin ilk hâlini, yani pırıltılı ve çekici hâlini iyi bilir. Gerek iz takibinde gerekse onları konuşturmada hayli başarılı… Ayrıca altını çizdiğimiz külleri sıcak hüzne eşdeğer bir hevesten söz edebiliriz.

Demem o ki, ‘yitirilmişlik’ duygusu da aynı doğrultuda açıklanır şiirlerde. Beyaza karışan renklerle siyahın yuttuğu renkler toplamında, ölüm-dirim bağlamıyla organik bir kaynaşma gizli. Örneğin, kitabın ilk şiiri Ölü Aşka Mektup’ta, ‘aşk’ kavramı sevgili tarafından ölüm derecesinde gözden düşürülse de şairin, aşk acısıyla duyumsattığı her şey bize dirime yönelik renkler tayfını anımsatır. Acı vermek ya da acı çekmek, aynı zamanda yaşanmışlığa işarettir. Deneyim oranında gelecek ışığını oradan alırız:

“Anladım
Hiçbir şey eskimez
Kalbimizden başka

Demek vakit geldi
Sevgilim,
İçimdeki kıyıya vuran ölü //Yalnız bu şiir acı versin sana” (s:9)

Buradaki kanama, unutmayı engelleyen bellek kanamasıdır elbet. Şair ne kadar ölmeye yakın dursa da (Ki birkaç ölüm hâli sonrasında bile) kanadığı sürede dirimi anımsatır:

“İşte yıllar sonra yine, sonra yine 
Kaçıncı ölüm, bilmiyorum
Gömülürken kendime, içimden içime 
Yürüyerek uzaklaştığım” (s:10)

Kaldı ki doğanın aynasında görünen her işaret gelgitsel dalgalanmalar halinde şiirin aynasına yansıyarak bize olup biteni gösterirken, ortaya çıkan hüzün dersinde, ‘unutmalar’ adına sözcüklerin tuşuna basarak çınlamayı sürdürür:

 

“Eski bir işaret diyorum /Kendine kırılan dal /Karla unutulan acı” (s:16)
“Ölümün gömüldüğü tarla /Sürülmüş güneşle /Artık yorgun” (s:17)

Şairin alışık olduğu haiku yaklaşımıyla kavram yoklamasına çıkılan bu iki öbekte, ölüden değil ‘ölüm’ kavramından hareket ederiz. Bu da bize doğayla sesini duyuran uğultulu bir sonsuzluk düşüncesi bağışlar. Kısaca nesnelerin uğultusu yolumuzu aydınlatır. Şiiri ince ve derin kılan da budur. İz takibinde, ‘ölüm-dirim’ adına şairi nesnelerle konuşur buluruz. Ölüm düşüncesiyle olumsuzlanan ortamda; “rüzgârın yarası, çamura bulanan zaman, ağırlaşan taş, yüzsüz gece, kekeme ay, susan bir çekirge” şekliyle nesnelerin ve doğasal olayların kişileştirilmesi öyle bir noktaya varır ki, az önce sözünü ettiğimiz yas hâli tümüyle doğaya siner; hatta özüne karışır:

“Rüzgârın yarasına değiyor 
Çamura bulanan, yiten zaman 
Bir düşünce gibi ağırlaşıyor taş 
Yüzü yok gecenin / Kekeme ayın altında 
Susan bir çekirge var” (s:21)

Doğaldır ki ölüm, bir yerde çürüme olgusunu anlatır. Sadece insan değildir çürüyen. Şairin söylemiyle toprağa karışan Küçük Mezarlar’ı görmezsek ölüm ile dirim gerçekliğinin     arasındaki bağı çözmekte güçlük çekeriz. Örneğin; otların, ağaçların, milyonlarca canlının çürümüşlüğüyle çizeriz ölümün genel çerçevesini. Örneğin, “Sonsuzluğu döllüyor toz / Rüzgâr nereye gitsin / Kabukların içi doluyken / Kozalağı bile / Yokluyor ölüm” (s:23) dizelerinde, yeni doğumların ortamını hazırlayan diyalektiği de fark etmiş oluruz.

Bir Tren Yolu uzantısında geliştirilen duyarlıklarda, kış mevsimiyle doruğa çıkan ölüm düşüncesi, aynı zamanda büyük bir yalnızlığı da beraberinde getirir. Yine doğaya dönersek, ‘büyük ıssızlık’ da diyebiliriz buna. Çünkü ötüşken mevsimlerin cıvıltısı yoktur ortada. Suyun toprağın bile yakındığı dondurucu ıssızlıkta göz gözü görmez olur. Dahası yollar tutulmuş, çıkmazlar artmış gibidir. Umarsızlık, karamsarlık, yılgınlık, hepsi iç içedir:

“Akşam ilerliyor 
İki tepe 
Yer değiştiriyor
 
İnsan nereye gidebilir ki” (s:24)

Sahi, insan nereye gidebilir ki o yalnızlıkta? Gitse gitse kendine belki!.. Oradan da can dostu, vazgeçilmez biriciği şiire elbet!.. Çürüyenin neredeyse yaka paça sürüklendiği o yok oluş fırtınasında, son kez geriye dönüp bakmanın burukluğu bir başkadır doğrusu. Şairin, “Bilsek de kıvranırız son ana dek / Gitmemek için geldiğimiz yere” (s:27) ikiliğiyle bitirdiği şiirin öncesinde, “Oysa karanlıktan gelir herkes / Karanlığa gömülür sonunda / Toplasak da ağaçlardan / Isırsak da aşkla ağzını / En güzel kadının” şeklinde duyurduğu özlemde, aşkla tanımlanmaya çalışılan bir giz vardır kuşkusuz. Kim bilir, o giz başka bir şiirde, “hınçlı bir tohum” olarak adlandırılıp yitenlerin ağıtını içinde barındıran doğumun ilk kıpırtısı olacaktır. Bu açıdan “Kuyudaki su hiç konuşmuyor” (s:28) sessizliğinden üreyen şu üç dize, nice esmerliklerden sonra dışa vurulan yaşama sevincini de içinde taşır:

 

 

“İnsanlar ölüyor; onları sessizce gömüp  
Çamurla yamıyoruz acıları
Toprak hınçlı bir tohum saklıyor içinde” (s:28)
An gelir, “hınçlı tohum”un dili bize dahasını söyletir:
“Kim demiş
Ölüler şiiri okuyamaz? 
Kim demiş
Ağaçlar dilsizdir?” (s:42)

Aslında söylenen her şey ölümle beslenen boşluğu doldurmak, deyim yerindeyse ondan üreyen dayanılmaz acıyı evcilleştirmek içindir. Doğadan kopup evlere taşındığımızda, bu kez eşyalarla diyaloğumuz başlar. Ölenin ruhu eşyaların ruhuyla yer değiştirmiş gibidir. Sezgisellik öyle bir noktaya varır ki, dondurulmuş zamanı elimizle tutmuş gibi oluruz. O da şiir sıcaklığıyla yer değiştirir usulca. Şair ilk ağızda, “Her ev bekler kapının açılmasını / Kaybolan bir yel de olsa girsin içeri / Ses olsun, canlansın ters dönen terlik / Boşluğun ezdiği ayakkabı şişsin” (s:44) dedikten sonra, dış dünyayla iç dünyayı tümlemeye çalışır. Artık dondurulmuş zaman şiir sıcağıyla erimiş, su gibi akışkan bir hâl almıştır:

“Dışarıda öpüp uyandırsa da nesneler birbirini 
Birisi gelsin ve çakısıyla soysun son elmayı 
Nasıl olsa her şey çürür, beklemek neden
Biçim yoktur, geceden geriye
Sadece bir leke kalır bize” (s:44)

Göktanrı’da, “hırçın tohum”la akraba “kırlangıç lekesi”ne uğramazsak eksik kalırız. Çünkü orada, kadınlar tarafından -somuttan soyuta- kırık dökük malzemelerle yapılan kırlangıç yuvası kapsamında erdemli bir seferberlikten söz edilir. Bir yanda “söylenmemiş yapraklar” ile “yere dökülmemiş kelimeler”, bir yanda “ağızlarda taşınan çamurlar” ile “tükürükler” yapısal anlamda işin temelini oluştururlar. Başlı başına bir yaradılış destanıdır anlatılmaya çalışan. Sonunda onlardan doğanlar onlara benzer, “ölümü ve zamanı konuştukları kargalar”ı da destana dahil ederek su gibi akışırlar.

Şiire Kanmak, soylu bir avuntudan ibarettir belki, düşselliğin ve umudun o sonsuz beklentisinde. Bir mezarlıkta, taştan topraktan gelen sesleri duyan, daha doğrusu algılayan şair kulağı, ölümün eşiğinden dönülmeyeceğini bildiği halde beyhude bir akşamda akla ziyan sorularla yorar kalbini. Arada bir görünüp bir yiten cennetmekân beklentiler sessizce örter akşamın üzerini. Çamurlu Şiir’de ise veda gerçeği ile karşılaşırız. Toprağa karışmakla başlayan son serüven hakkında ağız dil vermez duvarlar yükselir kendiliğinden. İki farklı zamanın ağıtını nahif bir dille duyuran şu dörtlük, bizi kendimize getirmeye yeter artar:

“Vedalaşıp hepsiyle 
Yitirir gölgesini insan
Kurtulamaz yine de
Üstüne bulaşan çamurdan” (s:49)

Başlarda sözünü ettiğimiz aşk acısını ‘aşk yarası’ olarak adlandırsak daha yerinde olur sanırım. Zamanla acıyı berkitir de yarayı unutmakta güçlük çekeriz nedense. Kanamayı önceleyen süreklilik, acıdaki geçicilikle yer değiştirir giderek. Yara, biraz da kayda geçilmiş acıların görüntüsüyle açıklar varlığını. İzi tozu silinmez kolay kolay. ‘Kaynama noktası’ gibi telaffuz edilen ‘kanama noktası’ndan sonra siyahla beyaz arasında çalkalanır dururuz. En azından doğasal laboratuvarda ‘ayrılık’la birlikte ‘ölüm’ kavramını da enine boyuna deşme fırsatını buluruz. Mat şiirine geldiğimizde, baba ölümüyle evi sarsan sahici bir yıkımla karşılaşırız. Aydemir, çok önce de duyurmuştu söz konusu yıkımın şiddetini şiir diliyle. Ben ne kadar etki dozu yüksek sözcüklerle olaya işaret etsem de şairin üslubu aynı düzeyde söyleme pek itibar etmez. Doğa derslerinden öğrendiğince olağan bir sesle seslenir okuruna:

“Yirmi beş yıl olmuş sen gideli. Parmağından
zorla çıkardığımız yüzük kayboldu. Günler artık daha kısa.
Ölümün mat soğuğu kokutmuyor beni / Annem boş bir tabak daha
koyuyor masaya her akşam. Kaşığımız rüzgârda bir çan
gibi çarptıkça tabağa, o büyük boşluğa bakıyoruz.” (s:50)

Babasız akşam yemeğinde zikredilen ‘kaşık’la ‘çan’ arasında bağlantı, çağrışım gücü geniş bir imgeye sürükler bizi. Aynı şiirden yansıyan, “Annemin elleri yaşlandı, en çok ona üzülüyorum” (s:50) dizesi, kendi içinde birden fazla çağrışıma yol açar. Ardışık bir şiir olan Annenin Ölümü’nde ise, metaforlaşan ‘el’ imgesini -şiirle karışık- taşların altını yoklar buluruz. Bu bir yaşam ve zaman yoklamasıdır aslında:

“Eliyle yoklardı altını taşların
Topraktan fışkıran şiir 
Neydi kendi kendine çürüyen 
Meyvenin sırrı 
Neydi bildiği solucanın?” (s:53)

Bir ölümün evden neler götürdüğünü merak ederseniz, Bir Evin Yıkılışı enkazında dikkatle dolaşmanız gerekir. Ancak bildiğimiz yıkım değildir karşımızdaki. Her şeyi yerli yerinde olan evin birdenbire buz kesmiş hâlidir. Odalardaki bahar ölümün soğuk yeline yenik düşmüştür. Ayaz öylesine baskındır ki, kışın bile donduğu söylenir. Aile bireylerinin ortak düşüdür her şeyden önce çatırdayan. İşin garibi, ölümün eskittiği evden kurtuluş yoktur kesinlikle.  Nereye gidilse ölüm bekler evleri. Nice ayrıntılardan ve incelikli duygu yoklamasından sonra şairin vardığı sonuç kısaca şöyledir:

“Her ev ölüdür
sen de gömülürsün
Gitmek istedikçe başka bir yere 
ta içine” (s:56)

Aşk yarası, anne-baba ölümü derken, solgun bir fotoğraf daha girer araya. 22 Ocak 2022’de koronavirüs salgınında yitirdiğimiz kütüphaneci yazar Aydın İleri’nin fotoğrafıdır bu! Genelde coşkulu bir aydınlanma insanıdır Aydın. Yaşamı boyunca kitaplarla içli dışlı olduğunu bilinir. Gerek ölümünden önce Bergama Belediyesi’nde uğradığı mobbinge karşı direnişi, gerekse koronavirüs belasıyla savaşımı dün gibi akıllardadır. Yitirilmiş Şeyler Arasında Aydın İleri’yle karşılaşmak, öyle sanırım okuru da bir parça düşünceye yöneltecektir yeniden. Kendi payıma Aydemir’e, Aydın İleri’yi bir daha anımsattığı için özellikle teşekkür ederim. Size de kitabın en güzel şiiri olarak gördüğüm Bir Dostun Ölümü’nden geriye bir şeyler kalsın isterim. Bir an önce kitapla kucaklaşıp şiirin tamamına ulaşmanızı dileyerek elbet:

 

“Ne olacak şimdi? Bu kara gökle
Düşen omzumuzla, nereye gideceğiz? 
Hangi dal korur bizi şimşeklerden 
Hangi koza; titreyen çatılar mı yoksa?
(…..)
Sonra bir rüyada ya da yolda
Anlamsız bir çizgide 
Ezilmiş bir salyangoza bakıp 
Birden geleceksin aklımıza
Bunca anıyla
 Biz şimdi nasıl 
Biz şimdi nasıl…” (s:59)

Sonlara doğru ölümden öğrendiklerimizin toplamı gibi duran Kırk şiirine geldiğimizde, ‘ölüm’ gerçeğinin yarattığı sarsıntıyı daha yakından tanırız. Şair, yine doğasal yasla baş başadır:

“Kalbinde bir mezarlık varsa eğer, mevsim hep kışmış. 
Geç öğrendim. 
Geç öğrendim beni beklediği yeri babamın” (s:60)

Yitirilmiş Şeyler Arasında son yaprağı çevirirken, ‘bir çiy tanesi’nin gizine erişmek çok özel bir burukluk yükler gelip geçene. Şiirdir; gizini gerçeğini aynı potada eritir:

“Hayatım bir çiy tanesi 
Ve öyle geçip gidecek
Biliyorum…” (s:63)

Savaş Çekiç’in anlamı çoğaltan desenleriyle birlikte Yitirilmiş Şeyler Arasında dolaşmaya davet ediyorum sizi.

 

 

*Yitirilmiş Şeyler Arasında – Kadir Aydemir, Yitik Ülke Yayınları, 1.basım, Şubat 2025

 

(Varlık Dergisi, Ağustos 2025, sayı: 1415)

 

 

 

Bu yazı Kitap Eleştirileri kategorisine gönderilmiş ve , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir