
Mustafa Horasan
Kiremitleri ufalayıp ormanın ortasına dökmüşler, adı yürüyüş yolu olmuş. Yıllardır ayakkabılarımın tabanını boyuyor tozu. Her geçen sene biraz azalsa da istemiyorum o bulaşık renkli şeyi üzerimde taşımayı. Sonra eve git, ayakkabılarını makineye at, ona uygun renkte başka bir ayakkabı daha bul. Makine boşa çalışmasın çünkü. Suyu keyfimize göre harcamayalım. Hem az doldurunca kazana çarpa çarpa ağzı burnu şaşırıyor ayakkabılarımın. Kurutması peki? Kurumaz da kokarsa ne yapmak gerekir? Gördünüz mü kiremitlerin başıma ne işler açtığını!
Eğer bir gün kiremitler yüzünden ağlarsam bilin ki bu sadece kiremitler yüzünden değildir. Çünkü o ormanda içime kocaman taşlar oturtan bir sürü şey geliyor aklıma. Bir keresinde adamın biri atla çıkmıştı karşımıza. Üzerinde binici kıyafetleri, vay senin hobine tüküreyim diye sınıf kinimi yüklenmiştim. Karşıdan gelen başka bir adamın muhtemelen eşi ve yanındaki çocukların annesi olan kadına yüksek tonda söylediği sözleri anlamamış ama “…hep böylesin zaten” kısmında tam karşılarına denk gelmiştim. Senin de erkekliğine tüküreyim, dırdırın batsın. Başka bir gün de kendime tükürmüştüm. Köpeğim sevgilimle birlikte önümden yürüyordu. Onlara bakıp nedir senin derdin, işte sahip olduğun her şey gözünün önünde ışıldıyor, mutlu olmamak için kafanda neler uydurup duruyorsun diye.
Salı günüydü, geçen hafta. Aynı ormandaydım. Yalnız değildim tabii ama yalnızmışım gibi yürüyordum. Bir ağlama sesi duydum. Al işte yine bir şeylere tüküreceğim diye düşündüm ama ağlamak bu, ormanda üstelik. Birileri de bana tükürebilir diye korktum biraz. Sağa sola bakıyoruz kimse yok, o sesin gelebileceği yakınlıkta insan bulmak imkânsız. Ağaçlara baktım. İçlerinden biri ağlıyor olabilir mi? Olabilir. Sonuçta bu hikâyeyi ben anlatıyorum, ağaçları ağlatabilirim. Ama hayır, ben ağlatmamıştım, kendi ağlıyordu. Kurumuş ağaç bir sebeple kökünden kırılmış, önündekine yaslanmış, ağırlığıyla onu eğiyor. Her yaylanışında sağlam ağacın gövdesinden bir inleme sesi geliyordu. Baktım. Bayağı uzun baktım. Kafamdaki tuvale ağacın resmini çizmek, zihnimin ses kayıtlarına bu inlemeyi iyice işlemek için hiç kıpırdamadan baktım. Ormanda sadece beni ağlatan bahaneler yoktu demek ki. İşte sırtında kendini hiç ilgilendirmeyen kocaman bir yükle dertlenmiş ağaç. O da vardı.
Ağaçlara, otlara, böceklere hatta bazen bulutlara bile bakıp ait oldukları türleri söylemeyi, hiç işime yaramayan bilgileri kendi kendime mırıldanmayı severim. Ama bu ağacın türünü söylemek istemiyorum. Latincesini, nerede yetiştiğini, bu ormanda neden az da olsa bulunduğunu, hangi tarihten beri burada olduğunu… hepsini biliyorum. Size söylemeyeceğim. Bu ağacı “ben” ağacı olarak tanımanızı isterim. Sırtındaki yükler yüzünden ağlayan bir “ben” ağacı. Kişisel kayıtlarınıza böyle geçirin.
Eğer siz de “ben” ağacını görmek isterseniz ayakkabınızın tabanlarının kiremit tozuna bulanmasına aldırmadan kafanızı biraz yukarı kaldırın. Dertlerini benden başka kim dinliyor, bakımlarını kim yapıyor bilmiyorum ama herhalde kurumuş ağacı oradan kaldıracak bir görevli gelecektir. O kişi gelene kadar ağacın ağlamasını duyabilirsiniz. Ya da kimse ağladıklarını fark etmediği için kökünden kırılmış yan yana iki ağaç göreceksiniz. – Merve Fidangül