
Nicolas de Stae
Aziz Dostum,
Bu yaz Paris hiç olmadığı kadar nemli ve sıcak. Yorgun olan kalbimi iki adım yürüyüş bile perişan ediyor. Ama hemen endişelenme, son görüştüğümüz zamandan çok daha iyiyim. Gözümü açtığımda kendimi bir ayçiçeği tarlasında bulmuyorum en azından. Sefil hayatımı düzene soktum sayılır. Günlerimin çoğunu evimin duvarları arasında trompet çalarak ve yazarak geçiriyorum.
Kitap bu defa beni çok zorluyor. Bazen gece gündüz ayırt etmeden sanrıya kapılmış gibi yazıyorum. Uykusuzluktan halüsinasyonlar görüyor, gerçekle hayali birbirine karıştırıyorum. Sonra bir anda her şey susuyor içimde. Acıtan bir sessizlik başlıyor. Ucundan yakalamaya çalıştığım görüntüler, konuşmalar zift dolu karanlık bir kuyuda yitip gidiyor, yakalayamıyorum. O zaman da sadece müzik yapmak istiyorum. Kafamın içinde sürekli yeni melodiler. Kıskanç iki sevgili arasında paylaşılamayan adam gibiyim. Bazen hangisinin kolundayım bilemiyorum. Biri alıyor öteki bırakıyor. Hep aldatıyormuş hissi ile yaşamak çok zor.
Paris’i son ziyaretinde, bizi izlemeye habersiz geldiğin o gece bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Fransızlar yağmurda caz kulüplerine sığınmaya bayılır. Dinlediklerinden değil, kendi yaptıkları kuru gürültüden müzik falan duymazlar. Ellerinde ağızlıklı sigaraları ile ayakta dikilerek laflamayı sosyalleşme sanırlar. İçerideki uğultuya sinirlenerek, trompetle kavga ederek çalıyordum. Alain seni kalabalık içinde bana göstermeseydi çok daha iyi olacaktı. O geceki kadar kötü çaldığımı hatırlamıyorum, ama içtenlikle beğenmiştin, yüzünden bunu okuyabiliyordum. Konserden sonra çok konuşmak istemiştim seninle. Anlatmak, fikir almak istediğim o kadar çok meselem vardı ki. Ama Alain ve Leilo’nun boş sohbetinden hiç fırsat bulamadım. İkisi çocukluktan beri rekabet halindedir. Aralarından biri seni beğeniyor ama ben samimi olanla, yarış edeni ayırt etmekte zorlanıyorum. Yanlış anlama sakın, beğenilmeyecek kadın değilsin elbet ama onlarınkisi küçüklüklerinden beri girişmekten zevk aldıkları tatlı, zararsız bir oyun. Aynı anne karnından çıktığımıza inanamıyorum bazen. Tek tesellim birbirleri ile bu kadar meşgulken beni unutmaları. Okul bitmeden Juan les pins’de birlikte geçirdiğimiz son yazı hatırlıyor musun? Hepimizin çok iyi anlaştığı, şiirle, müzikle, tatlı hovardalıklarla dolu bir yazdı. Michelle’in saçlarındaki tuzlu suyu emmek isteyecek kadar âşıktım ona. Anlamsız geçmişe özlem duygusunu içimden attığımda bile görüyorum ki hayatımın en güzel günleriymiş. Sonralarda arada sırada bir araya gelsek de, hepimiz biliyoruz ki o benzersiz ahengi bir daha hiç yakalayamadık. Sen ülkene döndün ve o kusursuz örümcek ağı bozuldu.
Her sene söz verip yapamadığım bir şey var biliyorum. Çok istesem de seninle o görkemli Boğaz’da Kız Kulesi’nde Türk kahvesi içemeyeceğim, artık bu gücü kendimde bulabileceğimi sanmıyorum. Lütfen beni bağışla. Oysa bana en son gönderdiğin kartpostalın üzerindeki gibi bir yerde -Kapalıçarşı mıydı adı?- baharat kokuları ve ezan sesleri içerisinde hayatını yaşayan bir frankofon olmak isterdim. Belki senin ülkende yazdıklarım takdir edilirdi.
Varoluşçuluk ve metafizik üzerine sıkıcı sohbetimi özlediğinde sana Café de Flore’da kahve ısmarlamak için burada olacağım.
Hasretle,
Boris