
Evren Erol
Tavuk kümesinden domuz ağılına, oradan da füme odasına doğru seke seke giden Myop hiçbir günün bu yaşadıkları kadar güzel olmadığını hissediyordu. Havada burnunu kamaştıran keskin bir şeyler vardı. Mısır, pamuk, fıstık ve kabak hasadı, her bir günü çenesinden yukarıya doğru minik titreşimlere neden olan altın sarısı bir şaşkınlığa çeviriyordu.
Myop, beraberinde kısa, budaklı bir sopa taşıyordu. Rasgele hoşuna giden tavuklara doğru hamle yapıyor, domuz ağılının etrafındaki çite vurarak bir şarkının ritmini çalıyordu. Ilık güneşin altında kendini hafif ve iyi hissediyordu. On yaşındaydı ve hayatında şarkısından, koyu kahverengi ellerindeki sopadan ve eşlik ettiği lay-la-la-la-la’dan başka hiçbir şey yoktu. Okumaya devam et

1.
Divan şiiri imparatorluğun şiiriyse, geleneksel Japon şiiri de öyledir; ne ki anlamakta güçlük çekebileceğimiz bir garip imparatorluğun, orospudan imparatora dek her kesimden insana şiir yazdırabilen, çay içmeyi bile bir tören havasına yücelten güneş imparatorluğunun(1) yahut ‘göstergeler imparatorluğunun’ şiiri. Dilin ve toplumun yapısı, öğreticilikten kaçınan bu şiiri bir tür incelik gösterisi haline getirmiş; şairler imgeleri, somut ayrıntılar biçiminde ve betimlemeden çok mecazi ilgiler, izleksel karmaşıklık yerine uyum adına kullanarak, haletiruhiyelerinin adeta, sadece, taslaklarını çiziktirmeyi amaçlamışlar(2); belki de bu yolla şiirde duyguyu keşfediyor gibi görünmüşler. Bu yüzden, şairle nesnesi arasındaki uzaklık Japon şiirinde pek azdır: Japon şairi her nesnenin neredeyse içinde soluduğunu duyar ve onu özenle, sevgiyle besler. Kalemi, kâğıdı yanına alıp doğanın yaşadığı değişimi anında ve yerinde saptamak için kırlara şiir gezintilerine(3) çıkan insanların, nesnelere böyle yaklaşmaları şaşırtıcı değil aslında. Japon şairinin bile-isteye içine düştüğü yanılsama da, Avrupalılara uzun süre yabancı gelmiş. Moritake’nin(4) Kelebek şiirindeki yanılsaması bu açıdan çok belirgindir:




